Osmanlı Devleti’nin Kültür ve Sanat Anlayışının Musıkîsine Yansımaları… Salih Zeki Çavdaroğlu


Toplam Okunma: 7833 | En Son Okunma: 07.05.2024 - 22:02
Kategori: Araştırma Yazıları

Müzikteki değişimler, Tanzimat’ tan sonra Abdülaziz döneminin ilk yıllarında bir nebze olsun duraklasa da, Fransa İmparatoru Napolyon’un davetine icabet ederek 30 Haziran 1867 ‘de çıktığı -yaklaşık üç ay sürecek- Fransa, İngiltere ve Avusturya gezisi dönüşünde, oralarda dinlediği batı müziğinin etkisiyle, çok sesli müziğe daha çok değer verecektir. Hatta, Mızıka-i Hümayun kayıtları üzerine 2000’ li yıllarda yapılan araştırmalar, Sultan Abdülaziz’ in bestelediği ‘Vals’ ’in notalarını ortaya çıkaracaktır…

Osmanlı Devleti’nin Kültür ve Sanat Anlayışının Musıkîsine Yansımaları… Salih Zeki Çavdaroğlu

13. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu büyük bir siyasî kaos yaşamaktadır. Bölgenin devlet nitelikli kurumu olan Anadolu Selçukluları tarihî misyonunu tamamlamış, her devlet gibi artık çöküş safhasına gelmiştir.
Bu yüzden de hakimiyet alanları oldukça daralmış, çekildikleri yerlerde ise küçük küçük beylikler yer almıştır.

Bu beyliklerden birisi de Söğüt ve Domaniç çevresine hükmeden Kayı aşiretidir.

1299 yılında, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykûbat, İlhanlılar tarafından azledilince, Selçuklu beyleri ve askerlerinin çoğunluğu o sıralarda Bilecik ve dolaylarında yerleşmiş bulunan Kayı aşiretine sığınıyorlardı. Bu unsurlar, ileride İmparatorluğa dönüşecek devletin yapılanmasına büyük ölçüde damgalarını vuracaklardır.

Aşiretin reisi bulunan Osman Gazi, Selçuklu İmparatorluğu fiilen yok olma sürecine girdiğinden, yerini alan İlhanlıların hakimiyetlerini kabul etmekle birlikte, topluluğundan kendisine biat alarak, ileriki asırlarda İmparatorluğa dönüşecek ve kendi ismini alacak devletin temellerini attı.
Anadolu Selçuklu Devleti, siyasî, idarî, sosyal ve kültürel yapısına model olarak Büyük Selçuklu Devlet yapısını aynen almıştı. Devletin ana eksenini ise, milâdı Abbasî Devleti’ ne kadar uzanan İslâm inanç ve düşüncesi oluşturacaktı.

Bu yapı 1453’ e kadar pek değişmedi. Ancak Fatih Sultan Mehmed’ in İstanbul’ u fethi ile birlikte Doğu Roma İmparatorluğu’ nu da tarihin derinliklerine gönderirken, İstanbul’ da yaşanmakta olan Bizans kültürü, ister istemez Türk-İslâm ağırlıklı coğrafyasını da etkileyecektir. Bizans’ ın kültürü , özellikle başta devletin idari sitemi olmak üzere, kültür ve sanatında belirgin bir değişime sebep olacaktır.

Tarihçilerce, bir anlamda Anadolu Selçuklu Devleti’nin devamı kabul edilen Osmanlı’ ya musıkî açısından intikal eden en önemli materyal “ mehter” dir. Osmanlı’ da zirve noktasına kadar çıkacak olan mehterin kökeni, İslâm öncesi Türk devletlerine kadar uzanır.

Hatta mehtere Osmanlı daha devlet olmadan sahib olmuştu. 1284 yılında Selçuklu Sultanı İkinci Gıyaseddin Mesud, Osman Gazi’ye Eskişehir’den Yenişehir’ e kadar bütün Söğüt bölgesi ve havalisini sancak olarak verdiğini bir fermanla bildirirken, yanında Osman Gazi’ ye emirlik alâmeti olarak “tuğ”, “âlem”, “tabl” ve “nakkare” de gönderilmişti.

Verilen hediyeler Anadolu toprakları ile beraber, Türk-İslâm müziğinin de bütün birikimi ile müstakbel İmparatorluğun emanetine sunulması anlamını taşıyordu.

Bu asırda Mevlevî ve Bayramî tarikatları Anadolu’ da özellikle tasavvuf musıkîsinin gelişmesini ve oturmasını sağlar. Özellikle Hacı Bayram-ı Veli (1352-1429) Anadolu’ da tekke musıkisinin tohumlarını atar. Kendisi ve Yunus Emre şiirleriyle dini musıkinin ilk örneklerini verir. Hacı Bayram-ı Velî ‘nin bestelediği, Neva, Acem ve Uşşak ilâhileri, Rast ve Sabâ Savt ‘ları günümüze kadar gelmiştir.

Konya ve Bursa Anadolu kültür ve sanatının merkezleri olmuştur. Trakya’ da ise bu misyon Edirne’ de yürütülür.
Sultan Veled (1226-1312) in Acem Peşrevi, Irak Saz semaisi ve Segah İlahi ‘sinin notaları musıkimizin en eski örnekleri olarak elimizdedir. Başlangıcından, takriben 300 yıllık bir zaman sonrasına kadar bunun dışında bir belge arşivlerimizde maalesef yoktur.
14. yüzyılda Anadolu’ da başta Konya, Sivas, Bursa, Sinop olmak üzere, Divan edebiyatının oluşum evresinde , Türk musıkisi de divan edebiyatının paralelinde bir gelişim seyri göstermeye başlar.

Timur İmparatorluğu döneminde ,içlerinde Hüseyin Baykara, Ali Şîr Nevâi, Molla Câmî ve Gulam Şadi gibi isimlerin de bulunduğu “Herat Musıkî Okulu” 1381-1510 tarihleri arasında, Herat ve Semerkant’ ta Osmanlı Musıkisi’nin oluşmasında büyük payı olacak hizmetlerde bulunur.

Kuruluşundan sonra hem devletin yapılaşması, hem de yeni topraklar kazanması bir yüzyıl boyunca bütün hızıyla devam eder. Tam Anadolu birliği kurulacakken, 1402’ deYıldırım Bayezid’ in, Timur karşısındaki yenilgisi ile bu süreç kesintiye uğrar.

Bu süreç beklenenden kısa sürer. Kendisi de bir bestekâr ve şair olan II.Murad (1404-1451), kuruluş aşamasında olan devlette, kültür ve sanat faaliyetlerini entelektüel düzeyde başlatır; bilim adamları ve sanatçıları himayesine alır. Sarayında devlet işleri yanında ,musıkî ile ilgilenmiş, Abdülkadir Meragî’ nin öncülüğünde “geleneksel musıkîmiz”in çatısı çatılmış ve sistemi belirlenmişti. Bütün bu çalışmalarda İslam kültür kaynakları esas alınmıştır. Bu da ilerde kimliğini kazanacak olan Osmanlı musikisinin şekillenmesinde önemli bir faktör olacaktır.

Meselâ Süleyman Çelebi’nin 1409’da yazdığı “Vesiletü’n Necât”, ilk tasavvufî beste olarak musıkî tarihimize kaydedilir. Bu eser günümüzde “Mevlid”adıyla bilinir ve Müslüman-Türk insanınca özl günlerde, büyük bir coşku ile okunacak ve dinlenir.
Geleneksel Musıkimiz’de erken klâsik dönem 15. yüzyılın ortasında başlar.

İstanbul fethedilmiştir. Batı Medeniyeti’nin temsilcisi olan Bizans İmparatorluğu yıkılmışsa da, mensuplarının ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel faaliyetleri devam etmektedir. Özellikle başta Ortodoks Hristiyan camia, Ermeni ve Yahudi topluluklar bütün faaliyetlerinde olduğu gibi Osmanlı ile yüzyüze gelecek, onu etkilediği gibi, daha fazlasıyla ondan etkilenecektir. Bugün Ortodoks ve Katolik kiliseleri ile Yahudi Sinagog’larında icra edilen ve inkârı mümkün olmayacak derece Osmanlı kokan müzik de doğal olarak bu alışverişin bir sonucudur. Bu ilişki sadece İstanbul ile sınırlı kalmayacaktır. Bu alış veriş zaman içerisinde bütün Anadolu’ya, daha sonraları gerek barış ve gerekse savaş ortamında bütün Balkanlar ve Orta Avrupa’ya yayılacaktır.

Tarihi kaynaklar, Fatih’in sarayında Şîrmerd adında bir udi ile İshak adında bir kanuninin varlığından söz etmektedir.

”…Osmanlı kültürünün köşe taşları bir bir yerlerine yerleştirilmektedir. Dilde, edebiyatta, mimârîde, şehircilikte, musıkîde ve yaşama biçimlerinde Beylikler Devri’nin özellikleri yerleşik ve güçlü cihan devletinin ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda değişerek meyvalarını vermiş ve çok muhteşem bir medeniyetin dünyaya gelişini gösterir mahiyette ilk örneklerini sunmaya başlamışlardır…” (1)

Fatih, 1454 yılında Enderûn ve Semaniye adlarıyla kurduğu iki üniversite, Osmanlı siyaset, ilim, kültür ve sanatının zirveye ulaşmasında önemli görevler yapacaktır.
“… Kantemiroğlu musikinin Osmanlılar’da Sultan Mehmed zamanında, İstanbullu bir asilzâde olan Osman Efendi’nin çabalarıyla canlanıp olgunlaştığını söyledikten sonra, saray çevresindeki ünlü musikicilerin adlarını verir. Saray başkesedârı Davul İsmail Efendi ile hazinedarı Latif Çelebi’nin musikiyi çok seven kimseler olduklarını kaydeder…”(2)
Fatih’ in oğlu II. Bayezid ve onun oğlu Sultan Korkud da musıki ile uğraşan bestekâr kişilerdir.

II. Bayezid’ in 1486’ da inşa ettirdiği Edirne Dârüşşifâ’ sında (Tıp Fakültesi) akıl hastalıklarının tedavisi musiki dinletilerek yapılmıştır. O devirde Avrupa’ da akıl hastaları “şeytanın uşağı” addedilerek ateşe atılarak öldürürken, ülkemizde sıradan bir hastalık olarak kabul edilerek hastaların derdine çare aranıyordu. Burada haftanın belli gün ve saatlerinde Mehterhane-i Hakani’ ce musıki dinletilerek rehabilite edilirlerdi. Bu tedavî yöntemi 19. ncu yüzyıla kadar devam etmiştir.

Büyük Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Han’ın Türk Musıkîsi’ nin gelişimindeki payı inkâr edilemez. Babası Bayezid ve Ağabeyi Korkut (1467-1513) gibi sanata düşkün bir hükümdar olanYavuz, İran Seferinden dönüşünde, İranlı müzisyenleri de beraberinde getirir. Bugün nota arşivimizde üzerinde Bestekâr olarak “ACEMLER” yazan eserlerin sahipleri, o devirde İstanbul’ a gelmiş olanlardır.
Mevlevî Âyin formu bu yüzyılda gerçek kimliğini bulur ve “Beste-i Kadîm” olarak adlandırılan PENÇGÂH, HÜSEYNÎ ve DÜGÂH âyinler bestelenir.

“ … WALTER FELDMAN’ ın (Music Of Ottaman Court)kitabını okurken:
Osmanlı müzik yaşamının 15. ve 16. yüzyılda çok az bilindiğini yazan araştırmacı, lâdini müziğin oluşma sürecini anlatıyor ve başta müzik olmak üzere, sanatların gelişme yerinin saray olduğunu belirtiyor.
Osmanlı devletini yöneten,yönlendiren sınıflarla müziğin gelişimini, aristokrasi ile müziğin bağlantılarını inceleyen Feldman bu müziği, yönetici elit sınıfın geliştirdiğini söylüyor…”(3)

Osmanlı , devlet olarak bir dünya imparatorluğu olmaktadır. Buna rağmen İslam kültürü odaklı anlayışından taviz vermemektedir. Sarayında himaye ettiği musikisine hem teorik, hem de uygulama açısından oldukça önem vermektedir.Bunun yanında bünyesinde barındırdığı Anadolu kültürünü de ihmal etmiyordu. Bu strateji de 17.yüzyılda oluşumunu tamamlayacak olan Osmanlı sanat ve müziğinin odak noktasını teşkil ediyordu. Nitekim bu düşünce ile kotarılan Osmanlı musikisi, İslam musikisi içinde özel bir kimliğe sahip olur.

Bu düşüncenin hayata geçirildiğini Evliya Çelebi’den dinlediğimizde , gördüğümüz manzara :
“…1635′te, IV. Murad’ın huzuruna kabul edilen Evliya Çelebi güftesi IV. Murad’a, güftesi Gülşenî tarikatından, aynı zamanda Evliya’nın da musiki hocası Derviş Ömer’e ait bir varsağı, segah, maye ve bestenigar makamlarında eserler okuduğunu anlatır. Bir halk adamı olan Evliya Çelebi’nin çeşitli vesilelerle sarayla ilişkisi olmuş, hatta Evliya kendi ifadesine göre Kiler Odasi’na girmiştir. Padişahın bir şiirinden bir türkü bestelenmesi, bunu bir halk adamının başka eserlerle birlikte sultanın huzurunda okuması, saray-toplum ilişkileri bakımından ilginç bir örnek oluşturur…”(4)

17. yüzyılda da Türk Musıkisi’nde geçmiş yüzyıllardaki kazanımlarının iyiden iyiye yerleştiğini görüyoruz.
Bu asrın sonlarında, Buhurizâde Mustafa Itrî Efendi ile, Türk musıkîsi erişeceği en yüksek yere ulaşır. Dini, dindışı, saz ve söz musıkisinde ürettiği bestelerle hem kendi zamanının, hemde tüm zamanların önde gelen bestecilerinden biri olacaktır.

“…Osmanlılar, 17. asrın sonunda durakladılar ve kendi güçlerinden şüphe etmeye başladılar. Avrupa ile ilişkilerin tersine dönmeye başladığı dönemlerde, başta askerlik olmak üzere birçok sahada zaaflar hissedildi (veya fark edildi). Öncelikle bu sahalarda Avrupa`nın teknolojisi ve yönetim bilgilerine ihtiyaç duyuldu…”(5)

Bu yüzyılda, Osmanlı Devleti’ nin kader hanesindeki büyü artık bozulmuştur. Zira Devleti’n hemen hemen her alanında kriz sinyalleri ses vermeye başlamıştır. Buna rağmen , çok ilginçtir, edebiyat, hat ve özellikle musıkî gibi sanatlarda yükseliş hızla devam etmektedir.

Zaman gelip 18. Yüzyıla dayanmıştır. Osmanlı Devleti , o zamana kadar kazandığı topraklardaki halkın kültür ve medeniyetinden kısmen etkilenmişse de, genellikle sosyal hayatı kendi ana yatağı içinde akıp gidiyordu. Ne zamanki Lâle Devri’ ne ulaşılır; bu değerlerde gözle görülür bir çöküş başlar. Türk siyaset literatüründe ,Lâle Devri’ nin başlamasından , III.Sultan Selim’ in saltanat yıllarının başlangıcı olan zamana kadar yani 1718-1789 tarihleri arasındaki zaman; SERBEST KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ DÖNEMİ olarak kabul edilmiştir.

“…Lâle devri denilen dönemden itibaren Osmanlı’ nın sosyal hayatında, aile yapısında, muaşeret ve ahlâk anlayışında ve günlük yaşantısında yavaş yavaş; fakat XIX. yüzyıla doğru artan bir dozda, Batı karşısında, Batı lehinde bir edilgenlik gözlemlenmeye başlanır…” (6)

Bu sistem değişikliği haliyle Osmanlı’ nın musıkîsine kadar yanıyacaktır. Tanburî Mustafa Çavuş ile birlikte musıkî popülerleşip, şarkı formunun ilk örnekleri görülürken,Kâr’ lar yerlerini Türkçe güfteli ve daha kısa “terennüm”lü Beste, Ağır, Sengin ve Yürük semâî’ lere bırakır. Artık toplumsal değerlerdeki çöküş kadar hızlı olmasa da, kültür ve sanatta da , daha sonraki yüzyılda iyice belirgenleşecek bir yozlaşma ile karşı karşıya kalınacaktır.

III.Selim tahta çıktığında takvimler 7 Nisan 1789’ u göstermektedir. Fransa çalkalanmaktadır; bir kaç ay sonra dünyanın seyrini değiştirecek “ihtilâl” yaşanacaktır. Bu ihtilâlin sonrasında, dünyayı sarsacak düşünce değişikliği, kısa bir süre sonra Osmanlı topraklarında da kendini hissettirmeye başlayacaktır.

Osmanlı Yönetimi, bundan sonra artık ” kurtuluş” olarak gördüğü “batılılaşma” ütopyasının peşinde ısrarla koşacaktır. Bunun sonucunda kendi geleneksel musıkîsinden de elini eteğini çekecektir. Nitekim III. Selim Nizâm-ı Cedîd’ le birlikte, Fransız Subayların öncülüğünde batılı anlamda bir boru-trampet takımı kurulmuştur. Böylece Muzıka-i Hümâyun’ a giden yolda son adımların atıldığını görüyoruz. Bu yıllarda Galata Mevlevîhânesi’ nde icra edilen âyinlerde piyano kullanılması oldukça dikkat çekicidir.

Devlet müşfik ellerini Türk musıkîsinden yavaş yavaş çeksede, bu dönemde Mevlevîhaneler; özellikle Yenikapı Mevlevîhânesi tam anlamıyla bir Türk Musıkîsi Konservatuvarı hüviyetini kazanır. Çalışmalarını o zamanın imkânları içerisinde akademik bir şekilde sürdürür.

15 Haziran 1826 tarihi musıkîmizin kırılma noktasının başlangıcıdır. Yeniçeri teşkilâtının sona erdirilmesi ve yerine kurulan yeni ordu ile birlikte, askerî müzik kurumu olan “Mehterhâne” de kapatılır. Bu bir anlamda batılı kalıplara büründürülen askerin müziğinin de ona uydurulması ise de aslında Devlet’ in genel müzik politikasının da değiştirildiğine dair önemli bir işaretti. Bunu yapan kişi de III. Selim ayarında olmasa bile hanedan içinde tanburî, neyzen ve bestekâr olan bir Padişahtır.
Artık başta Hammamîzâde İsmail Dede Efendi olmak üzere, klâsik ekolün son bestecileri , Saray’ dan hakettikleri ilgiyi III. Selim’ den sonra yeteri kadar görmeyeceklerdir.

Nitekim II. Mahmud’ la birlikte kurulan Muzıka-i Hümâyun ile gelen yeni ortama pek adapte olamayan Hammâmizâde Dede Efendi, Klâsik mûsıkînin ifade imkânlarının Batı musıkîsinin gerisinde olmadığını isbatlarcasına, Rast’tan “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü” isimli eserini Batının vals ritmine nazire olarak, semaî usul kalıbında besteler ve ‘Artık bu oyunun tadı kalmadı!’ diyerek 1838’ de Saray’ dan ayrılır.

Mızıka-i Hümâyûn’ un Klâsik Fasıl Topluğu’ na kenarından köşesinden batı alışkanlıkları da bulaştırılır. Klâsik ekol olarak “Fasl-ı atik” yanında bir de “Fasl-ı cedîd” isimli melez bir fasıl topluluğu kurulur;

”…ney ile flütü, ud ile mandolini bir araya getiren bir düzen vardı: Takım’ ın Batı musıkîsinin majörüyle, minör’ üne yakın makamlardaki peşrevler ve saz semâîleri, hafif şarkılar, köçekçeler ve oyun havalarının armonize edilmesinden oluşan özel bir repertuvarı vardı. Geleneksel musıkînin Batı sazlarına göre armonize edilmesi hevesinin ne kadar acemice de olsa, ilk örnekleri…”( 7 ) olacaktır.

Sene 1840’ tır. Yani Tanzimat’ ın ilânının üzerinden bir sene geçmiştir. BOSCO isimli bir İtalyan İstiklâl Caddesi’ nde Galatasaray Lisesi’nin karşısında bir tiyatro binası inşa ettirir. Burada artık metinleri Türkçe’ye çevrilen opera ve operetler sergilenecektir. Osmanlı elitinin müzik zevki, artık iyiden iyiye çoksesli müziğe doğru yönelmektedir.

Aynı yıllarda, Hacı Arif Bey ile başlayan romantik dönemin öncesinde , Lâle Devri’nden bu yana musıkide önemli değişimler yaşanmıştır. Batı musıkisi ile yakın temas sonucu Osmanlı-Türk musıkisinin çehresi oldukça değişmiş, yaygınlaşmış ve yaygınlaştıkça da kaçınılmaz bir şekilde popülerleşmiştir. Geleneksel Musıki de de zaten:

”…19. yüzyıl musıkisi, 16. yüzyılın melodik dokularına sahip değildir; çünkü yaşama biçimi, sosyal değerler, olayların birey üzerinde yarattığı duygular ile bu duyguların yaşanma ve ifade edilme biçimleri değişmiştir…” (8)

Müzikteki değişimler, Tanzimat’ tan sonra Abdülaziz döneminin ilk yıllarında bir nebze olsun duraklasa da, Fransa Kralı Napolyon’un davetine icabet ederek 30 Haziran 1867 ‘de yaklaşık üç ay sürecek Fransa, İngiltere ve Avusturya gezisi dönüşünde, buralarda dinlediği batı müziğinin etkisiyle, çok sesli müziğe daha çok değer verecektir. Hatta, Mızıka-i Hümayun’ kayıtlarında 2000’ li yıllarda yapılan araştırmalar, Sultan Abdülaziz’ in bestelediği ‘Vals’ ’in notalarını ortaya çıkaracaktır.

Sonrasında yani II. Abdülhamid’ in 33 yıllık saltanatında, modern Türkiye’ nin oluşmasına büyük katkılar yapacak kurumlar yapılandırılır. Özellikle batılı anlamda askerî ve sivil eğitim kurumları bu yıllarda oluşturulurken, Yıldız Sarayı içinde de opera ve operet temsilleri için bir tiyatro binası yaptırılır.

“…Yıldız Sarayı Tiyatrosu’nda yalnız piyesler oynanmaz, aynı zamanda seri konserler verilir, opera ve operetler sahneye konulur, zaman zaman da İstanbul’ a gelen yabancı tiyatro grupları ile Sarah Bernhardt, Adelaide Ristori, Suzanne Despres ve Madame Judic gibi yıldız oyuncuları saraya davet edilerek, sahne almaları temin edilirdi.

Yani Yıldız Sarayı, 350 kişinin maaş aldığı dev bir konservatuvar gibiydi onun zamanında…” (9)

1909’ da Abdülhamid’ in tahttan indirildikten sonra, fiilen yönetimi ele alan İttihadcılar, siyâsî ve sosyal alanlarda “ulusçu” bir anlayışa yönelselerse de, müzikte buna pek ihtiyaç duymazlar. Türk musıkisi’ne karşı devletin ilgisiz ve kayıtsızlığı aynen sürer gider. Bu politika 1920’ lerde İmparatorluk tasfiye edile kadar sürüp gidecektir.

Türk musıkîsi , İmparatorluktan sonra yerine kurulan Cumhuriyet Hükümetleri’ nce de uzun yıllar, “batılılaşma” adına ihmal edilmeye devam edilecektir.
_____________________________________________

K A Y N A K Ç A :
 (1) Sadettin ÖKTEN, ”Ahmed Paşa’dan Münir Bey’e”, Türk Edebiyatı Dergisi,Nisan/1994,sayı:246
(2) “ Sarayda Musıkî”, Araştırmalar,www.turkmusikisi.com.
(3) Doğan HIZLAN,”Yabancı Gözüyle Türk Musıkisi”,Hürriyet Gazetesi,19 Ağustos 1997
(4) “ Sarayda Musıkî”, Araştırmalar,www.turkmusikisi.com.
(5) “Mağlubiyet İdeolojisi”,Vakit Gazetesi,7 Ekim 2005
(6) M.Fatih ANDI,”Biz Heybeli’de Her Gece Mehtaba Çıkarmıydık?”,İzlenim,Mayıs/1995,s.63
(7) Ogün Atilla BUDAK,”Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi”,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara/2000 ,s.72-73
(8) Tamer KÜTÜKÇÜ,”Batı Müziği ve Millî Musıkîlerin ‘Modernizasyonu’ “,Türk Edebiyatı Dergisi,Nisan/2006,sayı:390
(9) Mustafa ARMAĞAN,”Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı”,Ufuk Kitap,İstanbul/2006,(ikinci baskı)s.97




Hoşgeldiniz