Demokrat Parti İktidarı ve Onu Bitiren 27 Mayıs Darbesi’ nde Müzikte Yaşananlar… Salih zeki Çavdaroğlu


Toplam Okunma: 4212 | En Son Okunma: 07.05.2024 - 21:52
Kategori: Tarih ve Anılar

Cumhuriyet kurulalı 27, demokrasiye geçilmesinin üzerinden ise 10 yıl geçmiştir. Şartlar, henüz “millî irade” nin yerli yerine oturmadığını ve uzun yıllar da oturmayacağını göstermektedir. Çünkü geçmişte 600 yıllık bir saltanat kültürü vardır. Bu kültürün toplumca bir anda terkedilip, önüne sunulan yeni değerleri hiçbir itiraza konu etmeksizin kabullenmesi ise sosyolojinin kuralları ile bağdaşmayacak bir özlemdir…

Demokrat Parti İktidarı ve Onu Bitiren 27 Mayıs Darbesi’ nde Müzikte Yaşananlar… Salih zeki Çavdaroğlu

Bundan yarım asır önce, Türkiye 27 Mayıs 1960 sabahı saat üçte radyolardan Albay Alparslan Türkeş’ in tok sesiyle okuduğu :

“ Sevgili Vatandaşlar !…
Bugün demokrasinin içine düştüğü buhran ve müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır…” ile başlayan cümlesi ile uyanır.
Bu cumhuriyet tarihi içinde bir milâttır ; artık her on yılda bir neredeyse gelenek haline gelecek olan “darbeler” dönemini de başlayacaktır.

Cumhuriyet kurulalı 27, demokrasiye geçilmesinin üzerinden ise 10 yıl geçmiştir. Şartlar, henüz “millî irade” nin yerli yerine oturmadığını ve uzun yıllar da oturmayacağını göstermektedir. Çünkü geçmişte 600 yıllık bir saltanat kültürü vardır. Bu kültürün toplumca bir anda terkedilip, önüne sunulan yeni değerleri hiçbir itiraza konu etmeksizin kabullenmesi ise sosyolojinin kuralları ile bağdaşmayacak bir özlemdir.

Gerek dünya ve gerekse ülke konjonktürü gereği sona eren İmparatorluk rejiminin yerine “ulus devlet” i kuranlar, başta Başkomutan M.Kemal Atatürk olmak üzere Kurtuluş Savaşı’ nı veren askerlerdir. Onlar ve seçkinci aristokrasi ile bürokrasi, savaş sonrasında yeni devletin temellerini atarken, toplumun inanç, kültür ve sanatındaki yerleşik değerlerini alabildiğine değiştirecek kararlara imza atarlar.
Osmanlı dönemi hiç yaşanmamış bir olgu olarak kabul edilip, yakın geçmişi ile bağlantıları kesilen toplumun içinde, geçmişin izleri acı da olsa henüz dün gibi taze bir şekilde duruyordu.

Toplum, yaşanılan yüzyılın gerektirdiği ve uygulamasında geç kalınmış bir çok inkılâba itirazsız bir şekilde onay verir. Ancak Türkçe ezan ve çok sesli müzik gibi bir takım yenilikleri bir türlü benimsemez ve tepki verir.

Cumhuriyet kurulduktan sonra, özellikle 1945’ e kadar, projelendirilmiş “inkılâp”ların gerçekleştirilmesi için, ister istemez toplumun “özgürlük”leri oldukça kısıtlanmıştı. Bu yüzden bir takım emrivakilerle rahatsız olmuş olan toplum, 1950’lere gelindiğinde dünya konjoktürünün sağladığı açılım sonucunda çok partili rejime geçilmesiyle tercihini yapacaktır. Tabii ki toplumun tercihi, kendisinin taleplerini “ Yeter Söz Milletindir” sloganıyla seslendiren siyasi hareketten yana olacaktı. Böylece “Millî Şef” iktidarı bir halk hareketiyle son buluyordu.

14 Mayıs 1950’ de bir “ Ak Devrim” olarak başlayacak DP hareketi, o günden itibaren, bürokratik elitin zihninde bir türlü kabul görmeyecektir. Devlet’ in önemli kademelerindeki idarî iktidarları sürecek olan seçkinler, siyâsî iktidara da yeniden kavuşmak için, 10 yıl boyunca her türlü çareye başvuracak ve sonunda özlemini gerçekleştircektir.

DP’ nin ilk icraatı Türk Ceza Kanunu’ nunun 526.maddesinde hükme bağlanan “Arapça ezan ve kâmet okumatmak hakkındaki yasağı” nı kaldırmak olur. Kanun tasarısı TBMM Genel Kurulu’ nda görüşülürken,tasarı aleyhinde hiçbir milletvekili konuşmaz. Bu da yasağın ne kadar mesnetsiz olduğunun ve Millet’ten en ufak bir destek alınmadan yıllarca ve zorla uygulandığının bir göstergesidir. Yasağın kaldırılması 16 Haziran 1950’ de kabul edilir.

DP iktidarının başladığı günlerde, toplumun sahip çıkmadığı inkılâplar artık aslına rücû etmeye başlar. Ezan’ ın yeniden aslî şekliyle okunmasından sonra , radyoda Mayıs 1950’ de Klâsik Türk Musıkîsi yayınları bütün müzik yayınlarına göre %39 iken, Ağustos 1950’ de bu oran % 46 ya çıkar. O zamana kadar Devlet eliyle tekdüze bir müzik oluşturma gayretleri, kesintisiz olarak ve baskıcı bir dayatma ile sürüp gitmiştir. Hatta Devlet , Batı sistemli müziği kendi korumasında tutup, makamsal Türk Müziğini kendi haline bırakıp, şartları farklı bir plâtformdaki beraberliklerine tahammül edemez. Klâsik Musıki ancak gazinolarda yozlaşarak yaşamını devam ettirmeye çalışır. Geleneksel Musıki DP iktidarı ile bir yerde dolaylı da olsa Devletin himayesine alınır.

“…1950 yılında DP iktidara gelinceye kadar, Türkiye’ nin resmî müzik politikasında hiçbir sapma olmamış ve devlet ancak Batı Müziği çalışmalarını desteklemişti. Ancak o tarihten sonra bu denge Klâsik Türk Müziği ile Halk müziği lehine bozuldu ve radyolardaki çok sesli müzik programları iyice azaltılarak,Türk Müziği yayınlarının oranı büyük ölçüde arttırıldı. Türkiye’ de yapılan müzik eğitiminde ve bu daldaki eğitim kurumlarına verilen devlet desteğine daha dengeli bir politika izlenmesi tam anlamıyla ancak, 1970 yılından sonra sağlanabildi…” (1)

Şu da bir gerçek ki, DP hükümetinin uyguladığı politikalar sonucu Türkiye’de yoğun olarak yaşanan iç göç ve çarpık şehirleşme sonucu, kültüründe bir takım yanlış hayat tarzları ortaya çıkar. Bunun müziği de etkilememesi mümkün değildir. Bu yüzden ileride bir değer haline gelecek olan “alt kent kültürü” nün , önce arabesk ve sonra da pop-arabesk’ e dönüşmesi kaçınılmaz olacaktı.
Demokrat Parti’nin kültürde muhafazakâr, ekonomide batı yanlısı bir politika izlemesi şaşırtıcı gelse de, dünyanın iki kutuplu, yani kapitalist ve komünist bloktan oluşmuş iki seçenekli sisteminde ekonomik tercihi başka bir şey olamazdı. Kültürdeki muhafazakâr politikasına rağmen, bu yıllarda Türk Filmciliği de kalıplarını kırarak kendini yeniler. Dolayısıyla film müziklerinde geçmişe oranla farkedilir düzeyde iyileşme başlar.

DP İktidarının ilk günlerinde, Devlet Operası’ nın eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü için Cumhurbaşkanlığından itibaren uygulamakta olduğu özel koltuk rezervasyonu kaldırılır. Bunun hikâyesini İnönü’ nün damadı Gazeteci Metin Toker şöyle anlatır :
“…İsmet İnönü’ nün müziğe olan merakı bilinir.Cumhurbaşkanıyken Operanın şeref locasında, sol arafında dinleme aleti bulunan bir koltuğu vardı. 14 Mayıs’ tan sonra koltuk, yandaki bir locaya konulmuştu. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü, büyük tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul’ un emriyle… İsmet Paşa orada oturup opera dinlerdi. Tevfik İleri koltuğu kaldırttı…”(2)
1950’lerde Celal İnce isimli müzisyenle Türkiye’de Popüler Batı müziğinin kapıları açılır.

1930’lu yılların ortalarında başlayan Arap Filmleri furyası, 1950’ lerde de devam etmektedir. Geleneksel Türk Musıkısi artık yasak olmayıp, toplumdan gelen taleplere göre radyo yayınlarıyla desteklenmektedir.

Çok partili rejimle beraber, devletçi politikalardan liberal politikalara geçilmesiyle ve bunun sonucunda sanayileşme, Türk toplumunun hayat tarzları da önemli ölçüde değişime uğrayacak, bu durum kendisini müzikte bayağı farkedilebilir şekilde gösterecekti.

“…Demokrat Parti’ nin batı yanlısı politikasının da etkisiyle ülkeye Tanzimat döneminden beri zaten girmekte olan batılı müzik formlarının girişi daha bir hız kazanmıştır. Üstelik bu kez batının belli bir kesime yönelik ciddî sayılabilecek nitelikte bir müziği değil, toplumun düşük beğeni düzeylerine seslenen popüler müzik ürünleri de girmektedir…” (3)

Riyaset-i Cumhur Filarmoni orkestrası, 1957 senesinde 6940 sayılı kanunla Riyaset-i Cumhur Senfoni Orkestrası’ na dönüştürülür.
Her ne kadar geleneksel musıki bir ölçüde itibar kazandıysa da, kapalı rejimden açık rejime geçilmesi ve ABD ile Avrupa’ dan sadece ithal ürünler gibi yeni yeni müzik akımları da bundan sonraki yıllarda kapımızı sıkça çalacaktır.

1950’ li yıllarda Geleneksel Türk Musıkisinin yıldız isimleri Münir Nureddin Selçuk, Yesari Asım Arsoy, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses’ tir. Daha sonra bu isimlere Alaaddin Yavaşca ve Zeki Müren katılacaktır.

DP iktidarın milletin öz değerlerini gözönüne alarak yaptığı uygulamalarda Geneneksel Musıkimiz de nasibini alır. Mesud Cemil’ in öncülüğünde “Klâsik Koro” kurulur. Devletin yanlış ve tarafgir politikaları sebebiyle o güne kadar pasifize edilen “Üsküdar Musıki Cemiyeti” ve benzeri Musıki dernekleri bir bir eski misyonlarına dönerler.

Musıkimizin o gün de sevilen bir yorumcusu olan Alaaddin Yavaşca’ nın rahmetli Başbakan Adnan Menderes ile buruk bir anısı da vardır. Bu anıda, Menderes ‘ in her zamanki kibarlığı ve zerafeti ile birlikte, aynı zamanda Geleneksel Musıkîmize yakınlığı ve sevgisini de görüyoruz.

“Yıl 1952 veya 1953….Ziraat Bankası Genel Müdürü Midhat Dülger’ in Kalender’ deki büyük evinde yemekli bir toplantı düzenlenir. Refik Koraltan’ ın bu toplantıda eşi Mukbile Hanım’ ın akrabalarından Alaaddin Yavaşca’ nın da küçük bir konser verilmesini istemiştir.
Sıra musıkîye gelmiştir. Alâaddin Yavaşca birkaç eser okuduktan sonra Menderes’ in kalktığını görür ve fena halde alınarak, ’Hiç konserin yarısında kalkılırmı, sevmiyorsan musiki istemeseydin? ’ diye geçirir aklından . Fakat tam o sırada birinin nefesini hisseder ve bir fısıltı:
’Sayın Doktor, acaba repertuvarınızda Bu imtidâd-ı cevre kim bahtın şitâbı var şarkısı varmı? ’
‘Dönüp baktım ki Adnan Menderes’ diyor Alaeddin Yavaşca, ’Meğerse arkadan dolaşmış. Var efendim’ dedim. ’Lütfen okurmusun,rica edeceğim’ dedi. ’Hayhay efendim’ dedim. Gitti, yerine oturdu ve bu sefer aynı aynı şarkıyı yüksek sesle istedi. Düşününüz , bir sanatkârı , istediği şarkının repertuvarında bulunmaması ihtimalini düşünerek kalabalık önünde küçük düşürmemek için gelip önce kulağına fısıldıyor. Varsa isteyecek!Ne büyük bir incelik! Doğrusu içimden geçirdiklerimden utandım’..” (4)

Beşir Ayvazoğlu, yazısının devamında Menderes’ in anılan şarkıyı isteme sebebinin, akrabasından Doktor Nazım’ ın İstiklâl Mahkemesi’ nce idama mahkum edilmesi üzerine son arzusu sorulduğunda, kendisinin bu şarkının dördüncü mısrasını okuyarak cevap verdiğini ve bunu öğrenen Atatürk’ ün üzüntüsünden bu şarkının repertuvardan çıkartılmasını istemesiyle Lemi Atlı’ nın bu uşşak şarkısının uzun yıllar okunmadığını, Menderes’in isteği üzerine yeniden konser ve radyo emisyonlarında okunmaya başladığını uzun uzun anlatmaktadır.

1935 ’ den bu yana kapalı olan “Askerî Müze Mehterhânesi” 1952’de yeniden açılır.
Tekkeler’in kapatılmasıyla birlikte Mevlevîliğin de sema âyinlerine getirilen yasak Hükümet’ in kararnamesi ile 1952’ de kaldırılır. Ayrıca o güne kadar radyolarda hiç yapılmamış bir müzik yayını başlatılır. Artık radyoda tasavvuf musıkîsine ilişkin bütün formlarda eserler çalınabilecektir.

27 Mayıs 1960 darbesi bütün bu gelişmeleri bir anda duraklatır. Darbenin sonrasındaki günlerdeki idarî kaostan Ankara Radyosu da nasibini alır. Darbe yönetimi nedense o günlerde başta Türkiye Radyolarının kurucuları arasında yer alan Ruşen Ferit Kam olmak üzere , özellikle Klâsik Türk Musıkîsi icra eden sanatçılar hakkında dönemin “ Akis” ve “Kim” dergilerinde yayımlanan isnatlara dayanarak suçlamalarda ve takibatlarda bulunur.

Darbeci cuntanın Ankara Radyosu’ nu yönetmekle görevlendirilen kişilerin geleneksel musıkînin en değerli kayıtlarını taşıyan “taş plâk”lara dahi tahammülleri yoktur. Nitekim ihtilâli takibeden günlerde , radyodaki bant kayıtları ile adetleri 3000 civarında olan ve tarihi değer taşıyan taş plâk, radyonun Ankara/Etimesgut’taki depolarında çürümeye terkedilir.

“…içinde herbiri musıkî tarihimiz açısından çok değerli olan bu plâkların pek
çoğu, 1960 ihtilâli sırasında sorumlular tarafından sorumsuzca tahrip edilmiş ,
bir plâk şirketinde satılmış , kamyona çiğnenerek doldurulmuştur…” (5)

Türkiye’ nin askerî rejim ile yönetildiği günlerde, ilerde dünyanın en ünlü tenoru olacak Luciano Pavarotti Ankara’ da genç bir sanatçı olarak görev yapmaktadır.
“… Devrin Cumhurbaşkanı Gürsel`in bir gün `temsil izleyeceği` tutmuş. Operaya gitmiş ve sahnelenen `temsil`i çok beğenmiş. (Pavarotti`nin oynadığı temsil: La Boheme`deki Rodolfo karakteriydi.)

Çevresine dönmüş; `San`atçıları tebrik edeceğim, çağırın gelsinler` demiş.
Dönemin Ankara Operası`ndan sorumlu ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olan Cüneyt Gökçer, bu isteği genç Pavarotti`ye iletir.
Genç Pavarotti hemen tepki göstermiş ve Gökçer`e şunları söylemiş:
`Ben san`atçıyım, o bir diktatör… Ben politikacıların ayağına gitmem, o gelsin.`
Cevap müthiştir.
Zaten Pavarotti`nin bazı özel sebepler yüzünden pek içine sindiremediği Cüneyt Gökçer aradığı fırsatı bulmuştur. Böylelikle Pavarotti, Ankara Operası`ndan kovularak, İtalya`ya gönderilir…”(6)

K A Y N A K Ç A :
(1) The’ma Larousse (Tematik Ansiklopedi) Milliyet Yayınları, İstanbul/1994, s. 405
(2) Metin TOKER, “Demokrasimizin İsmet Paşa’ lı Yılları : DP’ nin Altın Yılları (1950-1954), Bigi Yayınevi, İstanbul, 1992, (2.basım), s.120, 121
(3) Nazife GÜNGÖR, ”Arabesk”, Bilgi Yayınları, Ankara/1990, s. 66
(4) Beşir AYVAZOĞLU, ”Ve bir Şarkının Hazin Hikâyesi”, Zaman Gazetesi, 20.Ekim 1995
(5) M. Nazmi ÖZALP , “Ruşen Ferit Kam”,Milli Eğitim Basımevi , İstanbul/1995 s.147
(6) Davut Şahin, “ Pavorotti’ nin Sözleri”,Yeni Asya Gazetesi, 11 Eylül 2007




Hoşgeldiniz