2010 Yılında Klasik Türk Müziğinin Sorunları ve Çözüm Yolları… Sabahattin Ergin


Toplam Okunma: 3726 | En Son Okunma: 07.05.2024 - 22:12
Kategori: Fikir Yazıları

Çağdaş ülkelerde, hemen, her ilköğretim ve ortaöğretim okullarının tanıtımında şu açıklama ve uyarıyı görmek olağandır: Örneğin; ulusal dili Fransızca olan ülkelerde: “La qualité de leur vie dépend de la qualité de l’enseignment. Pensez-y” (Çocukların yaşam kalitesi görecekleri öğretimin kalitesine bağlıdır. Bunu iyi düşününüz!)… Bugün dünyamız, müzik eğitimi görmeyen ve müzik okur-yazarı olmayan bir kişiyi cahil olarak tanımlıyor… ünlü bilgin ve filozof Thales’in (İÖ.624-540) şu sözü, müziğin 2600 yıl önce de ne kadar yüce ve güçlü olduğunu kanıtlar: “Halkların türkülerini yaratanlar, kanunları yapanlardan daha güçlüdür.” ..

Göktan Ay, Sabahattin Ergin

MÜZDAK 2010 ÇALIŞTAY’I - 24 ŞUBAT 2010 İSTANBUL Şişli Belediyesi, MAYA Sitesi,

Konu:

2010 Yılında Klasik Türk Müziğinin Sorunları ve Çözüm Yolları… Sabahattin Ergin

Sayın Başkan, Sayın Katılımcılar

Bu Çalıştay’a katılırken, başta Çalıştay’ın konusu olmak üzere, bazı tereddütlerim oldu. Zira; Türk Müziği için kullanılan “klasik, sanat, halk ve pop” gibi sözcükler ile yapılan bütün sınıflandırmaların geçerliliği, yeniden gözden geçirilerek, daha kapsayıcı tanımların belirlenmesi ve bir kültüre ait müziğin parçaları olarak üretilmiş ve üretilmekte devam edecek olan çeşitli türler veya formların, nasıl algılanmaları üzerinde, çağımızın anlayışı da dikkate alınarak, tekrar ve biran önce düşünülmelidir.

Çünkü; 04 Kasım 1966 UNESCO Bildirisinden itibaren dünyamızdaki her kültür, bütün insanlığa ait ortak mirasın bir parçası kabul edilmektedir. Ve yine, bu bildiriden sonra yapılan müzik tanımı da, dünyamızın küresel bütünlüğü ile uyumlu olarak, her kültürün müziğini de tanımlayacak bir kapsama sahiptir. “Müzik; düzenlenmiş seslerle anlatım sanatı” gibi.

Türk Müziği önünde sıfat olarak kullanılan “Klasik” sözcüğüne gelince: Bu sözcük, bir sınıflama veya sınıflandırmayı ifade eden ve Batı terminolojisindeki Klasifikasyon (classification) kavramı üzerinde tartışmayı gerektirir. Zira; müzik bir bilim olarak ele alındığı için, yapılan sınıflamanın da, bilimsel sınıflama olması ve müziğimizin bütün türlerinin de bilimsel sınıflama ilke ve yöntemlerine göre ele alınması gerekir.

Bu konunun MÜZDAK tarafından, tamamen ayrı bir sempozyum yada çalıştay konusu olarak dikkate alacağını umarak, tekrar, müziğimizin 2010 yılındaki sorunları konusuna dönmek istiyorum.

MÜZDAK, 1993 yılında başlattığı ve sanatsal etkinliklerini bir ay boyunca sürdürdüğü, “İstanbul Türk Müziği günleri” içinde, her yıl, hiç aksatmadan, ulusal boyutta, bir Müzik Sempozyumu icra etmiştir. Bu Sempozyumların hemen hepsinde müziğimizin sorunları, çok değerli akademisyenler, uzmanlar ve konuya ilgi duyanlarca tartışılmıştır. Milli Eğitim (MEB) ve Kültür Bakanlıkları ile çeşitli sponsorların ilgi ve destekleri sayesinde başarı ile sürdürülüp, yararlı sonuçlar sağlayan bütün sempozyumlardaki konuşmalar, soru ve cevaplar dahil, MÜZDAK Yönetim Kurulu Başkanı sayın Yrd.Doç.Dr.Göktan AY’ın çabaları ile derlenmiş ve Kültür Bakanlığımız tarafından bastırılmıştır.

Ulusal kültürümüz ve Müziğimiz için hazine değerinde olan bu yayımlara baktığımız zaman, müziğimizin pek çok sorunu arasında, hemen hepsinin kökeninde yer alan:

“Halen ülkemizde çağdaş bir müzik eğitimi yapılmasının sağlanamadığı, bu konuda MEB’nca, ülkemizin bütün okulları için, uygun nitelik ve nicelikte, bir müzik öğretmeni yetiştirme politikası oluşturulup uygulamaya konulamadığı, müziğin çağdaş işlevinin her vatandaş tarafından kavranmasını sağlayacak bir hükümet politikasının oluşturulamadığı, ses sistemimizin yetersizliği iddialarına karşı önerilen yeni sistemler üzerindeki tartışmaların bir sonuca ulaştırılamadığı, akort sorununun çözülemediği, çok sesliliğe gösterilmesi gereken ilginin, gerektiği biçimde gösterilemediği” gibi sorunlar, hemen, her vesile ile vurgulanmıştır.

Çokseslilik iddiaları şöylece özetlenebilir:

“Çokseslilik; farklı seslerle bir ahenk (armoni) oluşturmak ve bu farklılıkların yarattığı ahenkteki güzellik ve yüceliği yaşayarak o düzeni benimsemek demektir.

Çokseslilik; BATI’da gelişen ve toplumsal yaşamın doğal ve temel gerçeği olan çoğulculuk (plüralizm), çok fikirlilik ve farklılıklar sayesinde, ne tür olursa olsun, her toplumun, daha zevkli bir ahenk ve daha üstün bir sinerji üretebileceğini kavramak demektir. Bu gerçek, barışçıl ve üretken bir yaşam için kaçınılamaz bir gereksinimdir.

Çünkü çok seslilik, tek seslilik gibi bir soyutlama olmayıp, bizzat yaşamın kendisidir somuttur. Bu nedenle; çok seslilik, çok fikirlilik, her öğeye, her bireye değer verir. Diğer sözcüklerle Armoni; ortaklıktır, birlikteliktir, beraberliktir ve de demokrasidir. Aksi; monolitik düşünce, monolitik kafadır. Uyum yerine uyumsuzluk yaratan anlayıştır.

Çok seslilik düşünce ve fikir zenginliğini çağrıştırır ve esinler. Yaratıcılığı, devimliliği ve gelişmeyi sağlayarak onu, hızı her an artan bir sürece dönüştürür. Aksi, durağanlığı, tembelliği ve dolayısıyla geri kalmayı sağlar ve daha kötüsü gericiliği üretir.”

Buraya kadar olan sözlerimle özetlemeye çalıştığım çokseslilik ile ilgili olan iddialara sırt çevirmek asla mümkün değildir. Ayrıca müzik öğretmeni yetiştirilmesi gibi, genelde, öğretmen yetiştirilmesinin de önemi, en az altı ‘onyıl’ı aşkın süredir, yeterince, kavranmış gibi görünmemektedir.

Eğitim ve öğretimin amaçlarını gerçekleştirmede en önemli öğe öğretmen’dir. Ancak, gerçek bir öğretmenle, gerçek bir öğretim sağlanabilir. Çağdaş ülkelerde, hemen, her ilköğretim ve ortaöğretim okullarının tanıtımında şu açıklama ve uyarıyı görmek olağandır: Örneğin; ulusal dili Fransızca olan ülkelerde: “La qualité de leur vie dépend de la qualité de l’enseignment. Pensez-y” (Onların –çocukların- yaşam kalitesi ‘görecekleri’ öğretimin kalitesine bağlıdır. Bu hususta dikkatli olunuz.’Bunu iyi düşünüzün !).

Bir eğitim kurumunda kaliteli öğretmen, kaliteli öğretimin olmazsa-olmaz koşuludur.

Özetlemeye çalıştığım bu sorunların çözümsüz kalması; “Müziksel Gelişmemizi” engellemekte olduğu gibi, eğitim etkinliklerini de olumsuz etkilemektedir.

Sayın Katılımcılar !
Dünya müzik tarihçisi Alman Kurt Pahlen’in “Kültür olmadan müzik olabilir, fakat müzik olmadan asla gerçek bir kültür olamaz” sözü, ülkemizde, başta aydınlar olmak üzere, acaba ne kadar kavranmıştır? Çünkü; bugün dünyamız, müzik eğitimi görmeyen ve müzik okur-yazarı olmayan bir kişiyi cahil olarak tanımlıyor.

XX.yy.’danberi, çağdaş ülkelerin eğitim programlarında; müzik(güzel sanatların tiyatro, bale, resim vs. gibi en az bir dalı ile birlikte); ulusal dil, matematik, felsefe, tarih gibi temel derslerle eşdeğerde yer almaktadır. Bilim düşünmeyi, sanat eylemi sağlar.

Sanat ve bilimin birlikte olmadığı bir eğitim ile çağın gereksindiği yaratıcı ve üretken insan yetiştirilemez. Bilim ve sanatın, birbirinden üstünlüğü ve önceliği tartışılmıyor.

Gerçi; XX.yy. başında Bertrand Russel “Bilim…sanat ile denk ise de, ondan üstün değildir.” sözü ile bu eşitliği vurgulamıştı. Günümüz çağdaş eğitimi ise, sanat ve bilimin eşitliğine dayanmak suretiyle, bu eşitliği yaşama geçirmiş bulunmaktadır.

Tarihe bakarsak; eğitimin babası olan SOKRAT, İ.Ö. V. yy.’da; “insanı güzel ve sağlıklı bir vücuda, gelişmiş bir zekaya, temiz bir ahlaka sahip kılacak en uygun yolun Jimnastik ve Müzik olduğunu” söylemiş ve dönemin sofistlerinin önerilerini de dikkate alarak, önerisine Dil ve Retorik’i ekleyerek insanlığa “Diyalektik Okul” kavramı ile bilinen ilk eğitim düşüncesini, Antik Çağ’ın bir armağanı ve mirası olarak bırakmıştı.

Daha sonra talebesi Platon (Eflatun) Sokrat’ın eğitim anlayışına Felsefeyi de eklemişti.

İnsanla yaşıt olup, bütün sanatlar içinde, sadece “toplumsal sanat” olarak, yaşamsal bir işlevi ve değeri olan müzik, Antikçağ boyunca benimsenen; “Müzik, müzikten çok daha fazla bir şeydir.” anlayışını, bütün orta çağ boyunca korumuş ve müzik Yüce ve Tanrısal bir sanat olarak algılanmıştır.

Sayın Katılımcılar !

Bu çalıştayın konusunun başında yer alan “2010 yılında …” vurgusu, bana, biraz önce, vurgulamaya çalıştığım, ortaçağı açan Roma İmparatorluğuna, kısa bir süre de olsa, (62 yıl/333-395) merkezlik ettikten sonra, bu kez, Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi olan İstanbul ile, 1120 yıl sonra Türklerin eline geçerek ortaçağa son vermek ve çağdaş uygarlığa yolu açmakta çok önemli etkisi olan İstanbul arasındaki benzerlik ve ortak özellikler üzerinde, tekrar, düşünmek gerektiğini hatırlattı.

İstanbul, 2010 yılı için, AVRUPA Kültür Başkenti olarak ilan edildi. Ayni İstanbul için, Bizans uzmanı İngiliz August Bailly, Bizans Tarihi adlı iki ciltlik eserinde;

“İstanbul, her zaman olduğu gibi, fakat özellikle, bütün XIV. yy. ve XV. yy. ilk yarısı içinde, yoğun bir kültür odağı olmuştu. O dönemde, İtalya ve Fransa’daki düşünce ve sanat hareketlerinin en parlak zamanlarında bile, sanat öğrencileri ve meraklılar hacca gider gibi İstanbul’a seyahat etmekte idiler. Batı Rönesans’ında Bizans’ın payı önemlidir.” diyor. (sayfa:431-432).

XVI. yy. Alman Bilim Adamı Jeronimus Wolf tarafından BİZANS olarak isimlendirilen Doğu Roma İmparatorluğu gibi, merkezi olan İstanbul’a da, XVI.yy.’dan itibaren Bizans denmeye başlandı.

Ancak İstanbul’u yada Bizans’ı o çağda, yeni bir dünyanın uygarlık merkezi yapan sır; bu ülkede ve bu şehirde bir araya gelip, birbirleriyle karışıp kaynaşarak, adeta bütünleşen, ROMA, ATİNA ve DOĞU uygarlıklarının, karşılıklı etkileşimlerinin sağladığı esin, katkı ve sinerji idi.

İşte !, günümüzün çağcıl, “özgürlükçü, demokratik uygarlığına” yolu açan, ve BATI Rönesans’ı denilen, kültür ve sanatta yenilenme hareketi’nde, o dönemde dünyanın kültür odağı olan İstanbul’dan yansıyan ışıkların çok önemli rolü ve katkısı olmuştu.

İstanbul’un, 2010 Avrupa Kültür Başkenti olarak ilan edilmesinin; başta sanat ve bilim adamları olmak üzere bütün vatandaşlarımız tarafından, bir övünç vesilesi olduğu kadar, bir uyarı ve bir itici güç olarak algılandığını ve değerlendirildiğini umuyoruz.

Yüce ulusumuza bu onur ve mutluluğu sağlayan başta, ülkemize yol gösteren sayın Yöneticilerimiz olmak üzere, MEDYA’mız ve bütün aydınlarımızın da ellerinden geleni yaparak İstanbul’un, 2010’da kazandığı bu niteliğini, ayni zamanda, ülkemizin kültür ve uygarlık düzeyini yansıtan bir simge olarak, sonsuza kadar, hak ederek, koruması, her vatandaşımızın en içten dileği olduğuna içtenlikle inanıyoruz.

Sayın Katılımcılar ! Çalıştay’ın başlığındaki “2010 yılının.. “ bana göre, ülkemiz için asıl önemli yanı; Sayın Başbakan’ın, 20 Şubat 2010 cumartesi günü, İstanbul’da “Demokratik Açılım” konusunda, sanatçılar ile gerçekleştirdikleri sohbet toplantısında söylemiş olduklarıdır. Sayın Başbakan’ın şu sözlerinin altını çizmek istiyorum: “Sanatınızla, sanatçı duyarlılığınızla değişim hareketine omuz vermenizi sizlerden bilhassa rica ediyorum. Siz olmazsanız, ….. süreç eksik kalır.”

Demokratik açılım, sayın Başbakan’ın da belirttiği gibi bir değişim hareketidir. Bir anlamda kültür devrimidir. Tarihe göre; hiçbir kültür devrimi, müzik olmadan istenen başarıya ulaşamamıştır. Tarihi örnekleri, sanırım, herkesçe bilinmektedir.

Antik çağda bile, müziğin kutsallığı ve saygınlığı yanında, toplum üzerindeki büyük etkileme gücü de biliniyordu. Örneğin: Batı Anadolu’nun, bugün, adı, Aydın olan ilimizin sınırları içinde bulunan, antik bir yerleşim birimi olan Milet’te yaşayan, ve kendisine antik bir hemşehrimiz de diyebileceğimiz, ünlü bilgin ve filozof Thales’in (İÖ.624-540) şu sözü, müziğin 2600 yıl önce de ne kadar yüce ve güçlü olduğunu kanıtlar: “Halkların türkülerini yaratanlar, kanunları yapanlardan daha güçlüdür.”

Doğu dünyasının en büyük devleti olan ÇİN’in 2500 yıl önce yaşayan İmparatoru SHUN da; “Müzik kültür yaratan bir güce sahiptir.” demek suretiyle, müziğin gücünün Doğu’da da kavranmış olduğunu kanıtlıyor.

Dünyamızın en başarılı devlet adamları, örneğin; ATATÜRK gibi, sanatın toplumsal ve kültürel işlevini kavramış olan gerçek liderlerdir. Atatürk’ün sanat ve özellikle müzik ile ilgili veciz sözleri, bir toplumun çağcıl bütünlüğü ve gelişimi açısından son derecede düşündürücü ve yol göstericidir.

Bu nedenle sayın Başbakan’ımızın bu davranışı, ülkemizin geleceği için çok umut verici ve çok sevindiricidir.

Kaliforniya Üniversitesi müzik profesörü Dr.Garfias, 1990’lı yıllarda, ABD Başkanının müzik danışmanı iken İTÜ Konservatuvarını ziyaret etmişti. Bir sohbet sırasında, ulusların müziğe bakışına örnekler verirken, Hindistan’da “müzikten hoşlanmayan ve müzik bilmeyen kişiye iki ayaklı hayvan” dendiğini söyledi.

İşte!, yüzlerce farklı dilin konuşulduğu ve çeşitli din ve mezhep dahil, her tür farklılığın bir arada yaşadığı bu Hindistan, ulusal birliğini sağlamış ve bu birliği yansıtan tek ulusal dil olarak Hintçe’yi benimsemiş ve laiklik temelinde gelişen bir demokrasiyi, çeşitli güçlüklere rağmen, ülkesinde yerleştirmeyi başarmıştır. Kısaca; Hindistan, çoğulculuktan (Plüralizmden) mutlu ve çağcıl bir bütünlük yaratmıştır.

Ayni şekilde ABD de, çeşitli kültürel farklılıklarına rağmen, birlik, bütünlük ve huzur içinde, İngilizce’yi tek ulusal dil olarak kullanmakta, özgürlükçü demokrasiyi özenle korumakta ve onu çağcıl bir anlayışla geliştirmektedir. Bütün bu sonuçları elde etmekte ve korumakta, “çok kültürlü müzik eğitimi” önemli bir rol oynamaktadır.

Öyle umuyoruz ki; sayın Başbakan’ımızın, bir süreç olarak işaret ettikleri; “değişim hareketi…” için “siz olmazsanız….süreç eksik kalır” sözleri, bana göre; tarihi bir gerçekliğin vurgulaması olan; “sanata yansımayan hiç bir değerin kalıcı olamayacağını ve sonsuza taşınamayacağını” ifade etmektedir.

Şahsen, bu sözlerden, Sayın Başbakan’ımızın, uzun vadeli de olsa, toplumumuzun bir müzik toplumuna dönüştürülmesini sağlamak için, onun akademik yönüne ve bireye doğuştan itibaren sağlanması gereken çağcıl müzik eğitimine de, ilk fırsatta, gereken ilgiyi göstereceğini anlıyor ve bir vatandaş olarak, mutluluk duyuyorum.

Sayın Katılımcılar! 2008 yılında, genetikçilerin, bilimsel bir gerçeklik olarak; “İnsanlar arasında genetik olarak hiçbir farklılık yoktur. Her tür farklılığı yaratan neden; coğrafyadır.” açıklamasının, insanlık için son derecede önemli ve yararlı olduğunu, bu vesile ile, belirtmek istiyorum

Aslında bu gerçeklik, 20.yy. ikinci yarısından itibaren tartışmalı idi. Artık, ne tür olursa olsun, farklılıklara, bir ayrımcılık nedeni olarak bakılmasının, ne kadar anlamsız olduğu ortaya çıkmış ve bu konu üzerinde düşünen insan, “Doğa’nın, elindeki evrensel bir boya fırçası ile, insanlar dahil, her şeye bir renk verdiğinin” farkına varmıştır. Gözlerdeki, saçlardaki renkler ile doğadaki renklerin ayni oluşu ve damarlarında dolaşan kanındaki minerallerin doğaya ait oluşu karşısında, insan kendisinin, doğanın bir parçası olduğu ve her bütünün farklılıklardan oluştuğunun bilincine varmıştır.

İşte! Doğa ile arasındaki bu bütünlük, her farklı kültüre hitap eden ve onların bütünlüğünü vurgulayan, çok kültürlü müzik eğitimi yoluyla insan bilincine yansıtılmak suretiyle, bireyler arasındaki farklılıklara karşı, sevgi ve saygı ile bakılmasının, aslında doğaya olan sevgi ve saygının bir gereği olduğu anlayışı, insanda bir değer yargısı olarak temellenmektedir.

Böylece; kendilerini, bir bütün olan DOĞA’nın parçaları olduğunu benimseyen insanların, birbirlerine anlayışla yaklaşmaları ve bu anlayışın, doğuştan itibaren, benimsenmesini sağlayacak en etkin araç olarak çokkültürlü müzik eğitimini keşfeden ABD, bu eğitimi, 1972’de bütün eğitimciler (öğretmenler) için yasal (P.L.92-318) bir gereksinim olarak kabul etti ve öğretmenlerin sorumluluğunda yürütülmek üzere uygulamaya başladı.

Bugün, bu eğitim, 60’dan fazla üye ülkesi ile, bağımsız bir kurum olan, Uluslararası Müzik Eğitimi Örgütü’nce (İnternational Society for Music Education-İSME) ,dünya çapında belirlenen ortak ilkelere uygun olarak yürütülmektedir. Bu eğitim, ayrıca, “The İnternational Society for Philosophy of Music Education-İSPME-“ gibi, müzik eğitiminin gelişmesine yönelik diğer kurumlarca da desteklenmektedir.

Bu eğitimin ülkemizde de uygulanmasının çok gerekli olduğunu uzun yıllar önce hükümet ilgililerine arz ettim ve yıllardır çeşitli sempozyum, panel ve konferanslarda da tekrarlayıp durdum. İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nda lisans üstü öğrencilerime “Çağdaş Müzik Eğitimi Yöntemleri” dersi çerçevesinde de anlattım.

Sayın Başbakan’ımızın demokratik açılım vesilesiyle, sanattan beklediklerine bir yanıt olmak amacıyla bu eğitimin, en kısa sürede, ülkemizde de başlatılmasını, özellikle ana okulu ve ilköğretimdeki müzik öğretmeni meslektaşlarıma, bütün içtenliğimle, önermek ve sayın akademisyenlerce de desteklenmesini takdirlerine sunmak istiyorum.

Çokkültürlü müzik eğitimi konusunda bir soru olursa, daha fazla açıklamada bulunabileceğimi arz ederek bu çalıştayın ülkemiz için hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.

Bu çok anlamlı çalıştay’ın gerçekleşmesinde emeği geçenlere, onu katkılarıyla kalıcı bir değere dönüştüren çok sayın katılımcılara duyduğum, minnet ve en derin şükranlarımı arz etmek istiyorum

Teşekkür ve saygılarımla,
Sabahattin Ergin, San.Öğr.Gör.(e)




Hoşgeldiniz