Müzik Aleti mi, Enstruman mı, Saz mı, Çalgı mı?.. Veyis Yeğin
Toplam Okunma: 12200 | En Son Okunma: 09.11.2024 - 15:45
Yaylı çalgılar, Gazimihal’in de dediği gibi bir ortaçağ meselesidir. Ancak ortaçağın erken döneminde görülmezler, bilinen belgelere göre 9, bazı tahmini varsayımlara göre 6. yy’dan sonra görülmektedir…Bazı güçlü çalgılar, yayılarak egemenlik kurdukları coğrafya veya zaman dilimlerine adeta damgalarını vurmuşlardır. Bunlar; org, lut, lir, rebap, kopuz, saz gibi çalgılardır… Kilise’nin müzik ve sosyal hayata egemen olduğu ortaçağ Avrupa’sında org’un anlamı, müziğin yapıldığı alettir. Bir bakıma çalgı betimlemesi ile özdeşleşmiştir. Bu nedendir ki “Çalgı Bilimi” org’dan türetilmiştir. Organoloji; “org” çalgı, “loji” bilim,bilgi…
Müzik Aleti mi, Enstruman mı, Saz mı, Çalgı mı?.. Veyis Yeğin
Çalgıların oluşumu, gelişimi, tarihi ve bilimi gibi konular müziğin birer alt birimi ve meselesidir. Ancak bazı çalgıların, dünyada müzik olgusunun henüz oluşmadığı dönemlerde bile insan yaşamında var olduğu savunulabilir. Aynı biçimde ilk insanın kullandığı bazı alet-edevatın da sonradan çalgı şekline dönüşmüş olabileceği savunulabilir. Bu noktada söz konusu edilen nesneler genellikle vurmalı çalgılardır. Çünki, çalgılar tarihi içerisinde en kıdemli çalgı grubu vurmalı (ritm) çalgılardır. Bu grubun tarih başlangıcı bilinmemekle birlikte, insanlık tarihi ile bir tutulabilir. Tarihi kıdem derinliğine göre ikinci büyük sistematiği üflemeli çalgılar oluşturur. Yakın zamanlara kadar, üflemeli çalgıların tarihi 20.000 yıllık geçmiş içerisinde anlatılıyordu. Son yıllarda ele geçen arkeolojik buluntular, bu süreci, önce 35.000, sonra da 45.000 yıllık geçmişe dayandırdı. Buna göre üçüncü ve en büyük sistematiği oluşturan telli çalgılar daha dünkü çocuk gibidirler. Telli çalgılar sistematiğinin en kıdemli alt grubunu mızraplı çalgılar oluşturur. Tarih başlangıcı M.Ö. 3.000-4.000 yıllarıdır. Elde edilen yeni buluntular bu süreci daha eskilere götürebilir. Yaylı çalgılar, Gazimihal’in de dediği gibi bir ortaçağ meselesidir. Ancak ortaçağın erken döneminde görülmezler, bilinen belgelere göre 9, bazı tahmini varsayımlara göre 6. yy’dan sonra görülmektedir. Telli çalgılar sistematiği içerisindeki üçüncü ve en genç grubu tuşlu çalgılar oluşturur, tarih başlangıcı ortaçağın neredeyse kapanmasından sonradır.
Bazı güçlü çalgılar, yayılarak egemenlik kurdukları coğrafya veya zaman dilimlerine adeta damgalarını vurmuşlardır. Bunlar; org, lut, lir, rebap, kopuz, saz gibi çalgılardır. Org derken, hava körüklü, klasik kilise orgları anlaşılmalıdır. Kilise’nin müzik ve sosyal hayata egemen olduğu ortaçağ Avrupasında org’un anlamı, müziğin yapıldığı alettir. Bir bakıma çalgı ile özdeşleşmiştir. Bu nedendir ki “Çalgı Bilimi” org’dan türetilmiştir. Organoloji; “org” çalgı, “loji” bilim,bilgi. Zaten bu çağda org dışındaki tüm çalgıılar “çok tanrılı dinlere aittir.” gerekçesi ile kilise tarafından yasaklanmıştır.
Lut, İpek Yolu ya da Arap yayılmacılığı ile Avrupa’ya giden ut, önce İber yarımadasına sonra bütün Avrupa’ya yayılarak lut adını almıştır. Bu çalgı, lavta ve gitar ortaya çıkıncaya kadarAvrupa’da ki mızraplı çalgıların genel adı durumundadır. Bu nedenledir ki çalgı yapımcısı anlamına gelen lutier sözcüğü bu çalgıdan türetilmiştir.
Lir, nasıl arp, Eski Mısır uygarlığının öz malı ise lir de eski Yunan uygarlığına ait ve aynı zamanda mitolojik bir çalgıdır. Bu coğrafyanın insanı, lir’i öylesine benimsemiştir ki diğer bazı çalgılara da lir adını vermiş veya lirden türettiği adlarla anmıştır. Örneğin; 14. yy da salon kültürü etkisi ile Yunan’lılara geçtiğini tahmin ettiğimiz klasik kemençeye “lira” adını varmişlerdir. Karadeniz kemençesi diye andığımız kemençeye de yine lira demekteler. Birine armudi, diğerine şişe tipli lira diyorlar.
Hint kökenli zeninda, ravanastron, omerti, serangi, Azeri kemençesi, Arap rebabı, bizdeki kemane anatomik olarak hemen hemen aynı çalgılardır. Bu tür çalgılar Uzak Doğu’ya da yayılmış, öyle sanıyoruz ki aynı kökten türemiş çalgılardır. Özbek Türklerinin “koçkanca” diye adlandırdıkları aynı çalgıya, Uygur Türkleri “rubab” diyorlar ki bu çalgı mızraplı bir çalgıdır. Bazı eski metinlerde rebap olarak adlandırılmış çalgıların aslında birer mızraplı çalgı olduğu anlaşılmaktadır. Tevfik Fikret’in Rubab-ı Şikeste’sinde ki rebap, bugün bilinen rebap değil kırık çalgı anlamındadır.
Kopuz, genel olarak saz’ın ve çalgının anlamdaşı olarak da kullanılmıştır. Dede Korkut’un yırlarını söylerken kullandığı kopuz’un bugünkü bağlama benzeri bir çalgı olduğunu tahmin ediyoruz. Günümüzde kopuz denildiğinde insanların kafasında bağlama benzeri bir çalgı canlanır veya tasavvur edilmeye çalışılır. Ancak net bir çalgı formu oluşmaz. Kopuz sözcüğü Anadolu da unutulmuş, yeni yeni duyulur ve yayılır hale gelmiştir. Bazı Orta Asya Türklerinde ise kesintisiz biçimde günümüze kadar gelmiştir. Kazaklar tırnak tekniği ile çaldıkları yaylı çalgılarına kıl kopuz demişlerdir. Yine oklu kopuz sözleri de yaylı bir çalgıyı anlatır. Kırgızlar, kopuz sözü yerine mızraplı bir çalgılarına komuz adını vermişler, kıl kopuz benzeri bir çalgılarını da kıyak şeklinede adlandırmışlardır. Ahıska Türkleri, ağız içinde çaldıkları küçük metal çalgılarına ağız kopuzu adını vermişledir.
Saz, sözcüğün birinci anlamı, halk arasındaki kargı, kamıştır. Yani sekaonder kalınlaşma (odunlaşma) meydana getirmeyen, primer yapılı bir bitki, ot. Birçok türü vardır. Bazı türlerinden üflemeli çalgılar yapılır ve birçok üflemeli çalgının da bekleri (ağızlık kısımları) çeşitli kamışlardan yapılır. Sözcük, etimolojik olarak incelendiğinde anlamı saplı, telli ve mızrapla çalınan çalgıdır. Buna göre bağlama, tar, tanbur ve ut gibi çalgıların genel adıdır. Bu nedenledir ki bağlamanın diğer bir adı olarak yerleşmiştir. Bu sözcük zamanla, çalgının yerine de kullanılmıştır. Örneğin; üflemeli çalgılar yerine, üflemeli sazlar veya vurmalı çalgılar yerine vurmalı sazlar denilebilmektedir. Bu isimlendirme ya da ifade biçimi yanlış olsa da ne söyleyen, ne de duyan kişi bunu yanlış algılamaz. Sözcük galat-ı meşru hale gelmiştir.
Müzik aleti, enstrüman, çalgı, hepsinin ortak anlamı, müzük yapmak için kullanılan aletlerdir. Tahta kaşık da çalgıdır, piyano da. Müzik İtalyanca, alet Arapça, enstrüman Fransızca, çalgı Türkçe’dir. Türkler islamiyetten sonra çalgıdan öylesine uzak durmuşlardır ki kendi icat ettikleri çalgılara dahi yabancılaşmışlardır. Oysa Kuran-ı Kerim de müzik ya da çalgılardan uzak durulması yönünde en küçük bir ibare yoktur. Tam tersine Hz. Muhammed ile ilgili ve yaygın olarak bilinen bir olay vardır ki “çalgı” bu olayla tamamen ibra edilir. Bir gün Hz. Muhammed ve beraberindekiler bir avludan geçerken, avluda def çalıp şarkı söyleyerek eğlenen kadınlar susturulur. Bu durum karşısında Hz. Muhammed yanındakilere çıkışır ve neden kadınların susturulduğunu sorar, mantıklı bir açıklama gelmeyince, tekrar kadınların eğlencelerinin devam ettirilmesini ister. Çalgı dinimizce yasak olsaydı, peygamberimiz Hz. Muhammed yaşanan bu durum karşısında her halde birkaç söz ederdi veya en azından kadınların susturulması karşısında sessiz kalabilirdi. Bu olayla birlikte çalgı da müzik de ibra olur ancak yüzyıllar boyu yasakmış gibi muamele görmekten kurtulamaz.
Aynen ortaçağ Avrupasında olduğu gibi bizim toplumumuzda da dini çevreler sosyal hayatı daima etki ve kontrol altında tutabilmek için var güçleri ile çaba harcamışlardır. Arada bir fark vardır, kilise’nin etkisi rönesansla birlikte kırılmış, bizim toplumumuzda ise bu etki günümüze kadar süregelmiştir. Çalgı sözcüğü üzerindeki asıl baskı ve ayrımcılık sanıldığının aksine, kapalı dini çevrelerden ziyade, daha da etkili biçimde müzik çevrelerinden gelmiştir. Cimuçen Tanrıkorur, 1995 yılında yazdığı makalesinde bakınız çalgı ve çalgıcıyı nasıl tanımlıyor. “ O halde hangi akla hizmet için koskoca bir Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı, Saz Yapım Bölümü’nün adını Çalgı Yapım Bölümü’ne çevirir dersiniz? Süpürge sapı, çanak-çömlek, teneke kutu gibi herhangi bir nesne olabilecek olan çalgı ile müzik aleti arasındaki farka aldırmadıklarından mı? ” “ Çalgıcı, para için her şart ve ortamda çalabilen sazende demektir.” “ Zira bu mesleği icra edenler çoğunlukla Kıbti-i Müslimin denen esmer vatandaşlardır.” Bu görüşler yanlızca Cinuçen Tanrıkorur’un değildir. Bizim öğrenciliğimiz sırasında, Türk Musikisi hocalarımızın hemen hemen tamamı bu görüşleri savunuyordu. Hocalarımız, çalgıyı adi, avam, hatta aşağılık, iğrenç bir nesneymiş gibi niteliyorlardı.
Şayet müzik yapmak için kullanılıyorsa teneke, çanak-çömlek, süpürge sapı da çalgı olabilir. Çalgı, öztükçe bir sözcüktür ve onu hayatın içinden Romanlar bulup çıkartmamış, tam tersine kendi sözcüğümüzü kesip, biçip Romanların üzerine kendimiz giydirmişiz. Diyelim ki çalgıcı para için heryerde, her şartta çalar, bir kemanı esmer vatandaş çalarsa keman, çalgı, aynı kemanı beyaz tenli asilzade çalarsa, saz mı olur? Ya da Cinuçen Tanrıkorur’un “Mehtapta Yakamozlar’ını” aynı anda Roman vatandaş barda, beyaz tenli asilzade Reşit Rey salonunda çalıyor olsun, aynı paraya çalıyor olsunlar. Roman vatandaş da, beyaz tenli asilzade de bu güzel eseri, eserin şanına yakışır güzellikte icra etmiş olsunlar. Roman vatandaşın yaptığı iş çalgıcılık, beyaz tenli asilzade’nin yaptığı iş sanatçılık mı olur? Bu iki müzisyenin yerlerini değiştirelim. Roman vatandaş Cemal Reşit Rey’de, beyaz tenli asilzade barda çalsınlar. Aynı eseri, aynı paraya, aynı güzellikte çalsınlar. Bu durumda Roman asilzade, asilzade de Roman mı olur? Örneğimizi biraz daha çeşitlendirirsek konunun içinden Aristo bile çıkamayacak hale gelecek.
Dünyanın hangi Romanları olursa olsun, ister Kıpti-i Müslimin, ister Kıpti-i Hiristiyan olsun, müzik söz konusu olduğunda onlar, daima öndeler. Paco, barlarda da çaldı, dünyanın en itibarlı salonlarında da. Bizim çalgı sözcüğünün suçu, günahı ne? Yaşayan ve aktif sanat hayatı içindeki Türk musikisinin lider kadroları, geçmişteki lider kadrolar adına ve yapılanlar adına Roman vatandaşlardan özür dilemelidir. O zaman geçmiş müzik tarihimizle de barışmış olmaz mıyız? Barış özgürlük getirir, belki bizim ÇALGI sözcüğü de özgürlüğüne kavuşur.
Özgürlük güzeldir, ne dersiniz?