Arçelik Reklamında İsmi Yazılmayan Bestecimiz: Muhlis Sabahattin Ezgi… Ayhan Sarı


Toplam Okunma: 9029 | En Son Okunma: 13.10.2024 - 08:34
Kategori: Eleştiri/Kritik, Yazarlarımız: A.Sarı

Geçtiğimiz Anneler Günü zaman periyodu içinde gazetelerde bizlere aşına bir ezginin notası reklam amacıyla yayınlandı. 08 Mayıs 2010 Cumartesi tarihli Vatan Gazetesi’nin ikinci sayfasını kaplayan Arçelik reklamındaki notanın başlığı “Çok yaşa sen anne” idi.  Belli ki Muhlis Sabahattin Ezgi’nin(1890-1947) 1929’da yazdığı Ayşe Opereti’nin hicaz makamındaki “Çok yaşa sen Ayşe” başlıklı şarkısının “Anneler Günü” için yazılmış başka bir şiire uyarlanmış haliydi. Bir şarkının notası yazılı basında reklam amacıyla kullanılamaz mıydı? Tabii ki evet… Ama ya bestecisinin isminin yayınlanmaması, yok sayılması?..

Eserin kime ait olduğunu belirtmek bir kuraldır. Etik açıdan bir gerektir. Emeğe, sanata duyulan saygıdır. Bir müzik insanı olarak kendimi Muhlis Sabahattin’in veya yaşayan bir akrabasının yerine koyuyorum. Siz de bir deneyin, neler hissedeceksiniz? Kandırılmışlık, vefasızlık, bir şeyini çaldırma vs… Sanıyorum ki tarifi mümkün olmayan bir duygu.

Zaten yıllarca böyle yapmadık mı? Toplum olarak hangi eseri bestecisinin ismiyle hatırlama, dile getirme alışkanlığını edindik. Edindirildik.

Gene aynı şey oldu maalesef.

Ülkemizde varlığıyla, büyüklüğüyle gurur duyduğumuz dünyaca ünlü markamız Arçelik’in yayınlattırdığı tam sayfa reklamında kullanılan notada bestecimizin ismi unutuluverdi. Bir dip not açıklaması dahi yazılmadı. Bilinçli olarak yaptığına inanmasak da Arçelik, iş verdiği reklamcıların bakış, vizyon eksikliği yüzünden böyle bir hatanın içinde yer aldı. Tabii ki telafi edeceklerine inanıyoruz ve diyoruz ki:

2010 yılı bestecimizin(1890) 120. doğum yılı.

1990’da, 100.yılında da anılmamıştı. Arçelik 2010 yılında Muhlis Sabahattin Ezgi’yi operetleriyle besteleriyle anma etkinliğini desteklemesi, hem kültürümüzün yenilikçi müzik öncüsünün eser ve eser analizleriyle yeniden yad edilmesine vesile olacak, hem de sözkonusu reklamla yapılan hata vefaya dönüşecek, bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktır…
_________________________________
Müzikbilim Dr. Ayhan Sarı –E-Mail : ayhan.sari@yahoo.com.tr

Si sesine(re-fa diyez donanımlı) aktarılmış Hicaz Şarkı’nın gazete küpürü(Vatan Gazetesi 08.05.2010)

* * * * * * *

Muhlis Sabahattin Ezgi ve Ayşe Opereti’nden Notlar. . .
Muhlis Sabahattin Ezgi’nin 1929’da yazıp bestelediği Ayşe Opereti 1930’ların Türkiye’sini Ege ve İstanbul olarak iki ayrı coğrafyada sunar. O yılların görkemli İstanbul hayatı; Muhlis Sabahattin’in ezgilerinin eşlik ettiği çarlistonlar, tangolar, fokstrotlar ve valslerle sahneye taşınırken, dönemin saflığını koruyan köy hayatı ise zeybekler ve halaylarla sergilenir. Ana teması aşk olan operet, İstanbul’un altın yıllarında geçmektedir. “Café Chantan”lardan birinin güzel şarkıcısı Neşe ile köylü kızı Ayşe arasında kalan Necmi Paşa’nın oğlu Ahmet’in öyküsünü anlatır. Ayşe’nin sevdiği adamdan hamile kalması ve onun peşinden büyükşehire gelmesi konunun özünü oluşturur.

… “Muhlis’in Çocukları” adıyla kurduğu Ezgi’nin operet topluluğu, 1930’lu yıllarda büyük başarı kazanır. Bir süre sonra “Süreyya Opereti” adını alan bu topluluk, Kadıköy’deki meşhur Süreyya Paşa Tiyatrosu’nda(şimdiki Süreyya Operası) temsillerini sürdürür.

Muhlis Sabahattin Ezgi’nin 13 Şubat 1947 günündeki cenaze törenine, İstiklal Caddesi boyunca Şehir Bandosu Ayşe Opereti’nden “Ayşe’nin Duası” şarkısını çalarak eşlik eder.

M.S. Ezgi’nin eserlerinin notaları da topluluğu emanet ettiği Cemal Sahir’e kalır. Ancak daha sonra bu repertuar kaybolur. Notaların diğer kopyası da Maestro Karlo Kapoçelli’yle İtalya’ya döner. Repertuarın akıbetiyle ilgili bir diğer rivayet de, bestecinin kız kardeşi Neveser Kökdeş’in ağabeyinin cenazesinden döndükten sonra bütün notaları ve metinleri yaktığıdır.

Öyle ya da böyle geride yalnızca 1966’da Lûtfullah Sururi’nin İstanbul Radyosu için radyofonize ettiği, Zeki Müren’in de rol aldığı Ayşe Opereti’nin melodileri kalır.

Müziğinde doğu ile batının bir arada yer alışı Muhlis Sabahattin’i Türk operet tarihinde özel bir yere koyar. Kendi deyimiyle “Ne alaturka, ne de alafranga”dır bu müzik…

Belki de hala ulaşmadığımız, kendimize özgü, yeni bir Türk müziğinin öncüsüdür, bir başlangıçtır.

Şöyle diyor Gökhan Akçura:
“1990 yılı bitti. Doğumunun(1890) yüzüncü yılında bir zamanların ünlü operet kralı Muhlis Sabahattin Ezgi’yi kimse hatırlamadı. Hep böyle olmuştu zaten. Yaşadığı dönemde de kabul edilmek istenmeyen, öne çıkarılmaktan kaçınılan bir besteciydi. Öldükten sonra hemen unutulması için elden gelen her şey yapıldı. Yüzüncü yılında hatırlanması da olağandışı olurdu….”(1)

Evet, Muhlis Sabahattin Ezgi, Arçelik reklamında da faydalanılmış, eserine reklam amacıyla başka sözler giydirilerek kullanılmış, bir ismi bile yazılmamış, unutulmuş, unutturulmuş!..

Muhlis Sabahattin Ezgi HAYATI … Gökhan Akçura
Muhlis Sabahattin Ezgi, 1890 yılında Adana’da sürgünde doğar. Sürgünün nedeni, Abdülaziz’in başmabeyincisi olan babası Hurşit Bey’in, Abdülhamit’in tahta çıkmasıyla İstanbul’dan uzaklaştırılmasıdır. Çocukluğu Drama ve Selanik’te geçen Muhlis Sabahattin, eğitimini Galatasaray Lisesi’nde tamamlar. Evdeki sazlı sözlü sohbetlerde kulağına dolan alaturka müziğin yanına, okul yıllarında piyano hocasının katkısıyla alafranga müzik kültürünü de ekler. Böylece o yıllarda Batı müziğine ilgi duymaya başlar.

İkinci Meşrutiyet’in ateşli yıllarında Muhlis Sabahattin politik bir gazeteci kimliğine sahiptir. Gazeteciliğin yanı sıra, üyesi olduğu, İttihat ve Terakki Fırkası dışında kalan Jöntürk çevresinin kurduğu Osmanlı Demokrat Fırkası’nın genel sekreterliğini de yürütür. Genç yaşına rağmen otoriter ve etkileyici karakteriyle dikkat çeken Muhlis Sabahattin’in yaşamı boyunca gözünden düşürmediği monoklu, şık giyinişi, yüksek perdeden konuşması daha o günlerde belirleyici özellikleri arasındadır.

Bu ateşli gazeteci, hükümete karşı yazıları yüzünden kovuşturmaya uğrayınca Avrupa’ya kaçar. Yalnızca ülke değil, meslek de değiştirerek. Müzik bilgisi ve piyanodaki ustalığı, yolunu Avrupa’ya kaçan diğer müzisyenlerle kesiştirir. Kurdukları grupla çıktıkları Avrupa turnesinin ardından Amerika’ya göçerler.

Muhlis Sabahattin, bu gurbet yıllarının ardından mütareke döneminde vatanına döner. Sürgün dönemi bitmemiştir, İstanbul’a uzak bir köyde yaşaması şart koşulur. Küçüklüğünden beri en çok korktuğu şey başına gelmek üzeredir: Ölmeden unutulmak. Unutulmamak için verdiği ilk uğraşı olan politikayı tamamen terk ederek, kendini ona ölümsüzlüğü armağan edecek yeni uğraşına adar: Müzik.

“Muhlis’in Çocukları” adıyla kurduğu operet topluluğu, 1930’lu yıllarda büyük başarı kazanır. Bir süre sonra “Süreyya Opereti” adını alan bu topluluk, Kadıköy’deki meşhur Süreyya Paşa Tiyatrosu’nda temsillerini sürdürür. Ayşe, Asaletmaap, Gülfatma, Monbey gibi birbiri ardına sıralanan operetlerin kadrosunda ; Suzan Lûtfullah, Lûtfullah Sururi, Celal Sururi, Muammer Karaca, Toto Karaca, Avni Dilligil, Ömer Aydın ve orkestrada Muhittin Sadak gibi, Türk operet tarihinin en değerli isimleri bulunmaktadır. Operetlerin kazandıkları başarılar üzerine, Sahibinin Sesi ve Columbia şirketleri üst üste plaklarını yayınlar. Özellikle “Ayşe” opereti, Suzan Lûtfullah adının duyularak sevilmesine, Muhlis Sabahattin’in “Operet Kralı” olarak kabul edilmesine ve “Muhlis’in Çocukları”nın halk arasında tanınmasına neden olur.

Bu başarı, Muhlis Sabahattin’e yeni bir alanın kapısını açar. Muhsin Ertuğrul yönetmenliğini yaptığı ilk Türk müzikal filmlerinin müziklerini bestelemesini istemektedir. “Karım Beni Aldatırsa”, “Milyon Avcıları”, “Söz Bir Allah Bir” gibi filmleri doğuran bu işbirliği, Darülbedayi sahnesinde de sürer. Yusuf Ziya Ortaç’ın kaleminden çıkan “Aşk Mektebi”nin müziklerine Muhlis Sabahattin imza atar. Bu çalışmalarının yanı sıra, kendi topluluğunu da ihmal etmez ve Muhlis’in Çocukları şehir şehir dolaşıp operetleri sergilerler.

Yeni Bir Müziğin Öncüsü
Muhlis Sabahattin Ezgi, yirmiyi aşkın operet ve revü eserinin yanı sıra, klasik Türk müziği türünde de birçok şarkı besteler. Müziğinde doğu ile batının bir arada yer alışı onu Türk operet tarihinde özel bir yere koyar. Kendi deyimiyle “Ne alaturka, ne de alafranga”dır bu müzik…

Belki de hala ulaşmadığımız, kendimize özgü, yeni bir Türk müziğinin öncüsüdür, bir başlangıçtır.

Muhlis Sabahattin’in öncülük ettiği bir başka konu da, Türk operetlerine köyü ve köy yaşamını dahil etmesidir. Türk edebiyatında köye olan eğilimin bir uzantısı olarak köy yaşamından ve halk müziği ezgilerinden yararlanır.

Muhlis Sabahattin’in yıkılış süreci, 1939 yılında kızı Melek’in ölümüyle başlar. Melek, çok genç yaşta veremden ölünce besteci büyük bir sarsıntı geçirir. Ses Opereti tarafından eserleri oynanmaya, kendisi de turne toplulukları kurmaya devam eder; ama artık sona yaklaşmıştır. 1946 yılında turne dolayısıyla bulunduğu Zonguldak’ta verem olduğu anlaşılır, alelacele İstanbul’a dönülür. Her ne kadar teşhiste çok geç kalınmışsa da, Heybeliada dispanserine yatırılır. Hem sağlık durumu, hem de maddi durumu kötüdür. 1947 yılının Ocak ayında Saray Sineması’nda hastane masraflarını toplamak için bir jübile yapılır.

Muhlis Sabahattin yolun sonuna gelmiştir artık, 13 Şubat 1947 günü hayata gözlerini yumar. Cenazesine, Beyoğlu boyunca Şehir Bandosu bestecinin çok sevdiği, Ayşe Opereti’nden “Ayşe’nin Duası” şarkısını çalarak eşlik eder.

Bestecinin ölümünden sonra repertuarı, topluluğu da emanet ettiği Cemal Sahir’e kalır. Ancak daha sonra bu repertuar kaybolur. Notaların diğer kopyası da Maestro Karlo Kapoçelli’yle İtalya’ya döner. Repertuarın akıbetiyle ilgili bir diğer rivayet de, bestecinin kız kardeşi Neveser Kökteş’in ağabeyinin cenazesinden döndükten sonra bütün notaları ve metinleri yaktığıdır. Öyle ya da böyle geride yalnızca 1966’da Lûtfullah Sururi’nin İstanbul Radyosu için radyofonize ettiği Ayşe Opereti’nin melodileri kalır.

Muhlis Sabahattin için söylenenler…

 “Muhlis’ten daha önce Çuhacıyanlar’ın, Haydar Beylerin, daha sonraları da birçoklarının, bu hususta yaptığı tecrübe vardır. Fakat bunların hiçbiri, bu işte Muhlis kadar muvaffak olamamıştır. Bunun sebebi, teknik bakımından Avrupalılaşırken, aynı zamanda işin milli tarafını, muhafaza edememeleridir. (…) Bugün halkın onu kendisine diğer birçoklarından daha yakın bulması, musikinin – Garp tekniğinin, bizim musikiye elverişli bir surette tatbik edilememesi yüzünden – milli nağmeleri bozan akorlarla yozlaştırılmamış olmasıdır.”
– Celal Esad Arseven

“Muhlis Sabahattin çok çabuk beste yapardı şöyle ki akşam oyun oynayacağız, aşağıda bir bölüme geçer, kendisi beste yapar ve kemancı Koço’yu karşısına alarak, bestesini notaya aldırırdı. Suflör de oyun için yazıları bu arada Muhlis Bey’in ağzından yazar, akşam da oyun oynardı. Muhlis Bey, çok zeki bir besteciydi.”
– Reşit Gürzap

“O geniş bir hafıza, yorulmak bıkmak nedir bilmeyen kuvvetli bir azim, çoğu bestecilerde bulunmayan bir müzik yeteneğine sahipti. Yüzlerce sayfalık bir eseri, isterse iki üç gün içinde, başından sonuna dek besteleyebilecek güçte ve zengin bir melodi hazinesine sahipti. Tüm bunlara ek olarak, bestelediği melodileri en ufak ayrıntılarına kadar aklında tutarak unutmayışı da önemli bir özelliğini oluştururdu.”
 –Osman Nihat Akın

“Karım Beni Aldatırsa” filmi, Muhlis Sabahattin’in müziğiyle müzikal komedi haline getirilmiştir. Filmde başrolleri Ercümend Behzat Lav ve Feriha Tevfik paylaşmışlardır. Fakat gerçek başrol Hazım Körmükçü’nün olmuştur. Hazım bu rolle, söylediği “Aldatırsa beni karım/ Ben ona bir iş yaparım” şarkısıyla kendini tanıtarak ünlenmiş,BüyükHazımolmuştur.”
 –Prof. Dr. Alim Şerif Onaran

“…Müziğini bir dinleyen -ister alaturkadan nefret eden biri olsun ister alaturkadan başka müzik dinlemeyen biri olsun- bu müziğe hayran olur; melodiler hemen kulakta kalır, diline takılıverir insanın. Birçok değere yaptığımız gibi, onu da eserleri ile birlikte gömdük toprağa. Sanki unutmak, yok etmek istedik bu değeri.
 -Gülriz Sururi (Ayşe Opereti’ni 2002′de sahneledi ve haklarını satın aldı.)

1990 yılı bitti. Doğumunun yüzüncü yılında bir zamanların ünlü operet kralı Muhlis Sabahattin Ezgi’yi kimse hatırlamadı.Hep böyle olmuştu zaten. Yaşadığı dönemde de kabul edilmek istenmeyen, öne çıkarılmaktan kaçınılan bir besteciydi. Öldükten sonra hemen unutulması için elden gelen her şey yapıldı. Yüzüncü yılında hatırlanması olağandışı olurdu. Gerçeküstü öykülere kapalı bir toplum değil miyiz biz?- (1)

Kaynaklar:
- Berrak Taranç, “Operet Kralının Gizli Dünyası”, İzmir, 2005.
- Gökhan Akçura, “Gramafon Çağı – Ivır Zıvır Tarihi II”, Om Yayınevi, İstanbul, 2002.
_______________________________
(1) Gökhan Akçura - http://www.oguzoktay.com/Ayse/operetkrali.htm




Hoşgeldiniz