Şarkıların Öyküleri: Hacı Arif Bey… Reşat Ünal


Toplam Okunma: 20891 | En Son Okunma: 19.04.2024 - 11:24
Kategori: Tarih ve Anılar

…Bir süre sonra, 1876 yılında tahtta bulunan Sultan Abdülhamid, biraz da Pertev-Niyal Valide Sultanın etkisi ile Hacı Arif Bey’i tekrar ve son kez Kolağası Rütbesi ile Saraya geri alıyor… Ancak bu rütbe, daha önce Saray’da bulunduğu mevkilere göre daha düşük bir seviyede idi. Hacı Arif Bey her ne kadar Saray’a geri dönmekten mutlu ise de biraz da kendisini aşağılanmış hissetmeye başlıyor. Hırçınlaşıyor. Herkesi tersliyor. Hatta bu sinirli halinden Padişah bile nasibini alıyor. Tekrar Saray’dan uzaklaştırılıyor. Bunun üzerine daha da hırçınlaşıyor. Artık sağlığı da bozuluyor. Teselliyi evinde üçüncü eşi Nigarnik Hanım’da buluyor…

Şarkıların Öyküleri: Hacı Arif Bey… Reşat Ünal

1.3. Hacı Arif Bey’in Aşkları ve Şarkıları;

Hacı Arif Bey 1831 yılı sonlarında İstanbul’un Eyüp Sultan semtinde doğmuştur. Asıl adı Mehmet Arif’dir. Daha İlkokul çağlarında sesinin güzelliği ile dikkatleri üzerinde topluyordu. Aynı okulda İlahi hocalığı yapan Eyyübi Mehmed Bey’e öğrenci oldu. 1854 yılında ise ünü tüm İstanbul’da duyulmaya başlandı. Bu ünü kısa zamanda Padişah Abdülmecid’in kulağına da gitti. Hocasının da yardımı ile Arif Bey Muzika-i Hümayun’a alındı.

O devirlerde Musikinin mektebi burası idi. Konusunda ün yapan, gelecek vaat eden tüm musikişinaslar Padişahın emri ile Muzika-i Hümayun’a alınır ve eğitilirlerdi.

Arif Bey de Padişahın isteği ve talimatı ile buraya alındı. Nezaketi, terbiyesi ve yeteneği ile kısa zamanda Sultanın teveccühünü kazandı. Bu teveccüh ile Harem-i Hümayun’na Musiki öğretmeni olarak atandı. Burada Harem’i anlatmaya gerek yok sanırım. Kısaca o zamanlar memleketteki güzel kızlar toparlanır buraya getirilirmiş. Burada çeşitli eğitimlerden geçerek üst düzeydeki saray erkanına eş olmak üzere yetiştirilirlermiş.

Arif Bey bu sırada da İrsal-i lihye etti. Yani sakal bıraktı. Etrafta Hoca olduğunu belli edebilmek için, saraylılar tarafından tanınmak için Hoca olanlar hafiften bir sakal bırakırlarmış. Bu bir nevi Hocalığın tescili imiş. Şimdiki gibi sanatkarlarımızın traş olmaya üşendiklerinden, veya çok meşgul ( ! ) olduklarından bıraktıkları kirli sakal gibi değil tabii ki.

Görüldüğü gibi buraya kadar her şey normal seyrinde gitmektedir. Başarılı bir müzisyen Padişah’ın dikkatini çekiyor. O zamanın Konservatuarı seviyesinde olan Muzika-i Hümayun’a alınıyor.

Terbiyesi kibarlığı ve bilgisi ile dikkatleri üzerine topluyor. Ve kendisine Hoca’lık yapması teklif ve emrediliyor. Bunlar çok güzel şeyler genç bir müzisyen için. İdol olmak, Hoca olmak, talebelerinin olması tabii ki hayali bile güzel olan şeyler.

Ancak, genç cariyelere ders vermek, onları hissetmek, yaşamak her erkeği baştan çıkarabileceği gibi, Arif Bey’de kayıtsız kalamıyor. Her ne kadar ders verirken mahcup bir hoca olsa da, devamlı önüne baksa da, pek fazla erkek yüzü görmeyen, ancak ileride üst mevkilerden bir saraylıya eş olacak olan bu kızlar da pek rahat durmuyorlar. Ne de olsa, yakışıklılık desen Arif Bey’de, ses desen Arif Bey’de. Kısa zamanda kızlar arasında pek beğenilen bir hoca olup çıkıveriyor. Arif Bey’in maceralı, aşklarla ve hicranlarla dolu hayatı da bundan sonra başlıyor.

Hele bu cariyeler arasında bulunan Çeşm-i Dilber tam bir afetmiş. Hoca genç kızlar arasında pek revaç ta ya, Çeşm-i Dilber de biraz kızlara inat, biraz da gençliğin verdiği heyecan ile Hoca’yı baştan çıkartmaya niyetlenmiş. Bunda da başarılı olmuş. Dersler sırasında olur olmaz sorduğu sorularla önce Hoca’nın dikkatini çekmiş. Sonra da Hoca’nın kalbini fethetmiş. Fakaaat;
Yukarıda da anlattım. O devirlerde bu cariyeler Saray’da bir eğitimden geçmekte idiler. Padişah’ın, veya sarayda üst görevlerde çalışan Padişah yakınlarının, üst düzey idarecilerin birine eş olmak için eğitilmekte idiler. Bunlardan birinin sıradan birisine gönlünü kaptırması pek uygun düşmezdi. Ama arkadaşları ile inatlaşan Çeşm-i Dilber bunlara pek itibar etmedi ve Hoca’yı kandırmak için elinden geleni yaptı.

Garibim Arif Bey de ne yapsın ki? Kız güzel, alımlı, kültürlü. Bakışlarına bakarsan gönlü de var. Bir süre direndi. Olmaması gerek diye çok düşündü. Fakat Çeşm-i Dilber’in hayali gözlerinden bir an gitse unutacak belki, ama ne mümkün. O da dayanamayıp, kızı hafiften süzmeye başladı. Bu süzüşler, baygın bakışlar kısa sürede bir tutkuya döndü. Gözleri çok güzel olduğu için, Padişah tarafından Çeşm-i Dilber ismi verilen bu cariye ne yaptı ne etti, sonunda Arif Bey’i baştan çıkardı.

Bakmıyor çeşm-i siyah feryâde
  Yetiş ey gamze yetiş imdâde
  Gelmiyor hançer-i ebru dâde
  Yetiş ay gamze yetiş imdâde

Çeşm-i siyah: Kara Göz; Gamze: Süzgün bakışlı
Ebru: Kaş; Dâde: İnsaf, adalet

dizeleri ile Nihavend makamından bestelediği şarkısı kesin bu bakışlar için yapılmıştır. Bu bakışlar, hafifçe gülümsediğinde ortaya çıkan gamzeler Hacı Arif Bey’i herhalde perişan etmiştir. Yoksa durup dururken bu şarkılar niye bestelensin ki?

Arif Bey yanıyor, ama belli etmemeye çalışıyordu. Fakat diğer cariyelerin tamamı da Hoca’nın gözünün içine bakıyorlardı. Hepsini gönlü vardı da ifade edemiyorlardı. Geceleri yataklarında hangi hayallerle yatıyorlar, aralarında kıkıdayarak aşklarını anlatıyorlar mıydı kim bilir.

Kısa zamanda bu bakışmaların alevi sarayda kulaktan kulağa yayıldı. Tabii ki Padişah’ın kulakları adamları vasıtasıyla daha da delik olduğundan, kısa zamanda Padişah da olayı duydu. Fısıltılar çabuk yayılmış idi.

Geçti zahm-ı tîr_i hicrin tâ dil-i nâşâdıma
  Merhamet kıl gamze-i câdû yetiş imdâdıma
  Öyle bî hûş eyledin âzâr ile kim tab’ımı
  Gelmez oldu bir dah-î lutf-u kelâmın yâdıma
  Meclis-i ehl-i sühanda yek-kalemdir bu gazel
  Es’edâ söz var mı hüsn-i tab-ı istidâdıma

Failatün, failatün, failatün, failün

zahm-ı tîr-i hicr: ayrılık okunun yarası
  dil-i nâşâd: kederli gönül
  gamze-ü câdû: büyüleyici süzgün bakış
  bî hûş: şaşkın, sersem
  âzâr: incitme, kırılma
  kim:ki
  tab: tabiat, huy, yaradılış
  lutf-u kelâm: söz ve lutuf
  yâd: hatır, gönül alma
  meclis-i ehl-i sühan: söz üstadlarının meclisi
  yek-kalem: emsalsiz, birden söylenmiş
  hüsn-ü tab-ı istidâd: kabiliyetin güzelliği

Dizelerini Kürdilihicazkar’dan besteleyerek aşkını ifade etti. Bu makamı Hacı Arif Bey’in Çeşm-i Dilber aşkı ile icad ettiği söylenir. Tertip ettiği makam ile bestelediği ilk şarkıları sevgilisi için bestelemesi de çok doğaldır herhalde.

Bî çare Arif Bey, ne yapacağını şaşırmış bir şekilde derslere giriyordu ama, dedikodular ayyuka çıktığından dersler de pek iyi gitmiyordu.

Devletlu Padişahımız Efendimiz, sonunda insafa geldi, ve Arif Bey ile Çeşm-i Dilber’i evlendirmeye karar verdi. Bu kararda sanırım, Sarayda dedikoduların artması da etken olmuştur. Bu iki densizi evlendirip saraydan uzaklaştırmak en doğrusu olacaktır diye düşünmüştür her halde. Fakat Padişah, gene de büyüklüğünü gösterip yeni evlilere Taşlık semtinde bir de Konak hediye etti. 60 altınlık maaş da cabası.

Arif Bey ile Çeşm-i Dilber bu konakta yaşamaya başladılar. Başlangıçta her şey iyi görünüyordu. Cemil ve Nebiye isimlerini verdikleri 2 de çocukları oldu.

Arif Bey konağında geçimini sağlamak için dersler veriyordu, ancak, kader de ağlarını örmekteydi.
Çeşm-i Dilber isteklerine kavuşmasına kavuşmuş ama bu onu tatmin etmemeye başlamıştı. Belki de Saraydan uzaklaşmanın verdiği boşluk ile Arif Bey ile geçinemez olmuşlardı. Bu geçimsizlik de tek taraflı imiş. Arif Bey kendi halinde sevdiği insanla mutlu, fakat Çeşm-i Dilber rahatsız. Bir süre sonra da o zamanların bir tür Tüccarı olan, belki de Sanayicisi olan bir Tarakçı ile anlaşmış. Arif Bey ve iki çocuğunu bırakarak buna kaçmış. Şimdi Arif Bey yakışıklı, karizmatik dedik ama, bu Tarakçı demek nasıl bir adammış ki Çeşm-i Dilber, Arif Bey’i bırakıyor ve buna kaçıyor.
Hacı Arif Bey’in talebesi Lem’i Atlı Rahmetli’nin aktardığına göre ise, Çeşm-i Dilber güya Arif Bey’i sevmiyormuş. Sırf Saray kadınlarına inat olsun diye evlenmiş. Aslında Padişah’a eş olmayı arzuluyormuş. Bu nedenler ile Arif Bey’i terk ettiğini aktarıyor, ancak, Padişah ile evlenmeyi düşünen birisinin bir Tarakçı ile kaçması bu anlatılanların doğruluğundan ziyade dedikodu olduğu yönünde ağır basıyor. Fakat bir tür Tekstilci olan Tarakçı’nın zengin olması da kuvvetle muhtemel. Saraydan uzaklaştırılan, 60 altınlık maaşa talim eden Arif Bey’in yanında zengin bir tüccarın cazibesi kuvvetli gelmiş olabilir. Saraydan uzaklaşan, eski debdebeli yaşantıyı özleyen, biraz da hırslı olan bir kadın için daha paralı ve mutlu olacağını düşündüğü bir hayat çekici olabilir. Kimbilir güzel bestelerin karın doyurmadığına inanan tiplerdendi belki de Çeşm-i Dilber.
Arif Bey, bu olaya çok üzülüyor, kahroluyor. Ben nerde yanlış yaptım diye kendi kendini yiyor. Tabii o zamanlar bunu anlatmanın yolları az. Gazetelere ilan verip de ayrıldığını üçüncü şahıslara duyurması mümkün değil, kameramanları toplayıp basın toplantısı da yapamıyor, sarılıyor kağıda ve kaleme,

Niçin terk eyleyip gittin a zâlim
  Seni sevmek midir bilmem vebâlim
  Feda olsun sana bu cân-ü mâlim
  Yine görmekliğe yoksa mecâlim
  Hayâlindir hayâl-i hasb-ı hâlim

Vebal: Günah
  Can-ü mal: Can ve mal
  Hasb-ı halim: Dertleşme, görüşme

Şarkısını yine Kürdilihicazkar Makamında ve Aksak usulünde besteliyor. Bir yolunu bulup Çeşm-i Dilber’e yolluyor. Hani okur da yaptığı yanlışlığı fark eder kendisine döner diye. Ama Çeşm-i Dilber çoktan Arif Bey’i unutmuştur.

Çeşm-i Dilber unutmuştur da, Arif Bey yediği bu darbeyi ömrünün sonuna kadar unutamamıştır. Bestelediği birçok şarkıda bu serzenişler, bu isyanlar görülür. Bazı günler Çeşm-i Dilber’in döneceğini ümit ederek beklemiş. Hatta bu dönüş için besteler yapmıştır.

İşte bunlardan birisi. Makam gene Kürdilihicazkar.

Düşer mi şanına ey şeh-i hûbân
  Bırakmak âşıkın böyle perişân
  Esirger mi efendi kuldan ihsân
  Buyur kendi kulundur emr-ü fermân

Mefailün, mefailün, feilün

şeh-i hübân: güzeller şahı
  ihsân: iyilik, lütuf

Çeşm-i Dilber’den ayrıldıktan sonra 2 kere daha evlenmiştir. Ama ilk göz ağrısını unutamamıştır. Bu evliliklerini ve hazin hikâyelerini de anlatacağım.

Ama, tamamı ve tekmili birden Az sonra…

Hacı, içine kapanarak kendisini Musikiye vermiş. Peş peşe bu şekilde kederli eserler yapmış. Bu üzüntülü ve hayattan uzaklaşma yaklaşık 2 sene sürmüş. Elini eteğini her şeyden çekmiş.
Padişah Abdülmecit, uzaktan uzağa Hacı Arif Bey’i takip etmekte imiş. Böyle bir kıymetin, kahrından kendi kendini yemesine, bir köşede unutulup gitmesine gönlü razı olmamış. Kader ağlarını örüyor dedik ya, 1860 lı yıllarda Padişah tekrar Hacı Arif Bey’i Saraya çağırtarak eski görevine iade etmiş. Bu saraya dönüşte ve kaderin ağlarını örmesine Hacı Arif Bey de biraz katkıda bulunmuş dersek pek yalan olmaz.

Bana lûtf eyler iken sen
  Neden menfûrun oldum ben
  Acep sorsam efendimden
  Neden menfûrun oldum ben

Lutf :İyilik, hoşluk
  Menfûr: Nefret edilen

Diyerek Padişah’ın kendisini Saraya çağırmasını biraz hızlandırdığı söylenmektedir.
Çalışmalar gene başlamış. Arif Bey’in yüzüne bir renk gelmiş. Büyük bir coşku ile işlere sarılmış.
Fakat, Hacı Arif Bey gene bildiğimiz Hacı Arif Bey. Bu sefer de Zülf-i Nigar isimli bir Çerkez güzeli olan cariyeye abayı yakmış. Gene aynı senaryo oynanmaya başlanmış. Gene bakışmalar, gene bu uğurda yapılan besteler ve ayyuka çıkan dedikodular. Ve Hicaz Makamından

Kamer çehre perî-ru tende cânım
  Nigârım, dilberim, rûh-i revânım
  Enisim, sinberim, yar-i vefâdar
  Nigârım, dilberim, rûh-i revânım

Kamer: Ay
  Perî-ru: Peri yüzlü
  Nigâr: Sevgili
  Enis: Dost, arkadaş
  Sinberim: Göğsü gümüş gibi olan
  Revân: Akan

Padişah, Allah’tan iyi ve mubarek adam. Hacı Arif Bey’i de seviyor. Gene dedikodular Sarayın odalarında, koridorlarında yankılanmaya başlayınca bir İrade-i Seniye ile, yani Padişah Fermanı ile bunları evlendiriveriyor.

Hacı gene mutlu, gene karısıyla güzel günler geçirmeye başlıyor. Fakat dedik ya kader ağlarını örüyor diye. Bu da uzun sürmüyor. Evliliklerinin birinci yılı dolarken Rabia ismini verdikleri bir kızları oluyor. Çocuğun doğumundan sonra Zülf-i Nigar akciğer kanserine yakalanıyor. Hacı Arif Bey tarifsiz acılara boğuluyor. Bu sıralarda sözleri Namık Kemal’e ait olan;

Olmaz ilâç, sîne-i sâd pâreme
  Çâre bulunmaz bilirim, yâreme
  Baksa tabîbân-ı cihân, çâreme
  Çâre bulunmaz bilirim, yâreme

Sine-i sad pare: Göğüs kafesi
  Tabiban-ı cihan: Dünyanın Doktorları

Şarkısını Segâh Makamında besteliyor. Zülf-i Nigar Hanım ise gittikçe ağırlaşıyor. Derin inleyişler ile gece gündüz uyuyor, bir çare uman bakışlarla Arif Bey’e bakıyor. Kısa bir süre sonra Zülf-i Nigar Hanım, geride Hacı Arif Bey’i ve kısacık evliliğinde dünyaya getirdiği çocuğunu bırakarak, bir daha uyanmamak üzere gözlerini kapıyor.

Sözleri Recaizade Mahmud Ekrem’e ait olan Hacı Arif Bey’in Zülf-i Nigar Hanım’a mersiye olarak yazdığı Saba Şarkı’sı bu acıyı ifade etmektedir.

Nigâh-ı mestine cânlar dayanmaz
  Uyanmaz uykudan cânân, uyanmaz
  Bu nâz ü işveden aslâ usanmaz
  Sabah olduğuna gûyâ, inanmaz
  Uyanmaz uykudan cânân, uyanmaz

Nigah-ı mest: Mest eden bakış

Siz gelin Hacı Arif Bey’in durumunu düşünün. Zavallı yine ümitsizliğe düşüyor. Hayatı zindan oluyor. Daha önceden de yediği bir darbe var. Adam tam perişanlarda.

Gene kağıda kaleme sarılıyor ve Suzinak Makamından

Gözümden gitmiyor bir dem hayâlin
  Meleksin ey güzel yokdur misâlin
  Beni ağlatdırır derd-i visâlin
  Meleksin ey güzel yokdur misâlin

Misal: Örnek
  Visal: Kavuşma isteği

Şarkısını acılar içinde besteliyor. Ölen sevgili karısının hayali gözünden bir an gitmiyor. Onun melekler gibi göğe çıktığına inanıyor. Onun yokluğuna uzun uzun ağlıyor.

Bu arada 1861 yılında Sultan Abdülmecid de ölüyor. Onun yerine geçen Sultan Aziz, şehzadeliğinden beri tanıdığı Hacı Arif Bey’i tekrar saraya çağırıyor. Kendisi de Musiki ile uğraşıp, Ney ve Lavta çaldığından, Hacı Arif Bey’i de çok takdir etmektedir. Saray Fasıl Heyetinin başında gene o devrin ünlü bestekârlarından Rifat Bey bulunmaktadır. Hacı Arif Bey ise Serhanende olarak tekrar sarayda çalışmaya başlıyor.

Üretici olabilmesi için bir bestekarın mutlaka ve mutlaka bir aşk yaşaması gerekir diye düşünenleri haklı çıkarırcasına Hacı Arif Bey bu sefer de Pertev-Niyal Valide Sultan’ın hazinedarlarından Nigarnik ile duygusal bir yakınlaşmaya giriyor. Alışılagelmiş şekilde gene bu kız ile evlendiriliyor ve Saray’dan emekli edilerek uzaklaştırılıyor. Fakat gene de ara sıra, yaptığı besteleri dinletmek için Saray’a giderek Sultan Aziz’e bestelerini sunuyor, ondan aldığı ihsanlar ile ve kendisine emekli edilirken bağlanan 4000 Kuruş maaş ile geçinmeye devam ediyor.
Bir süre sonra, 1876 yılında tahtta bulunan Sultan Abdülhamid, biraz da Pertev-Niyal Valide Sultanın etkisi ile Hacı Arif Bey’i tekrar ve son kez Kolağası Rütbesi ile Saraya geri alıyor.
Ancak bu rütbe daha önce Saray’da bulunduğu mevkilere göre daha düşük bir seviyede idi. Hacı Arif Bey her ne kadar Saray’a geri dönmekten mutlu ise de biraz da kendisini aşağılanmış hissetmeye başlıyor. Hırçınlaşıyor. Herkesi tersliyor. Hatta bu sinirli halinden Padişah bile nasibini alıyor.

Tekrar Saray’dan uzaklaştırılıyor. Bunun üzerine daha da hırçınlaşıyor. Artık sağlığı da bozuluyor. Teselliyi evinde üçüncü eşi Nigarnik Hanım’da buluyor.

Bundan sonra Hacı Arif Bey münzevi bir hayat sürmeye başlıyor. Zaman zaman kendi çiftliğinde besteleri ile uğraşıyor, zaman zaman, eski popülaritesini kaybetmiş olan Saray Fasıl Heyetine katılıyor.

Bu dönemde bestelediği Kürdilihicazkâr Şarkı’nın kendisine ait olan sözleri onun acılarla, hüzünlerle ama sevdalarla dolu hayatını ve Nigarnik Hanım’a duyduğu sevgiyi anlatır.

Arif’em ahkâm-ı sevdâdan şikâyet eylemem
  Senden ey şûh-i cihân, ölsem ferâgat eylemem
  Sûz-i hicrinle yanar, ağlar, nedâmet eylemem
  Senden ey şâh-i cihân, ölsem ferâgat eylemem

Arif: Anlayışlı
  Ahkam: Kural, hüküm
  Feragat: Vazgeçme
Suz-i hicrinle: Ayrılık ateşinle
  Nedamet: Pişmanlık

Yukarıda da belirttiğimiz gibi o sıralar Saray Fasıl Heyeti başında Rifat Bey vardır. Burada Rahmetli Kemal Emin Bara’nın Kasım 1948 de Türk Musikisi Dergisi 13. Sayısında aktardığı bir anektodu da anlatmak gerekir.

Enderun-i Hümayun Saz takımından Kemani Emin Ağa, Kemani Sebuh, Neyzen Salim, Santuri Ethem, Hacı Arif Bey gibi esatizenin kimi vefat, kimi tekaüd olarak çekildikten sonra, saz takımı çoluk çocuk eline kalmış idi.

Eskiden beri güzel bir güfte bulunca getirip besteletmeğe alışmış olanlardan biri yine bir manzume ile müracaat ederek bestelenmesini reca etmiş. Red edememişler amma, bu işi kim becerecek ?

Herkes birbirine teklif etmiş, nihayet üç kişinin ayrı ayrı bestelemesi ve en iyi olanının neşrine karar verilmiş.

Bir hafta içinde Uşşak, Hicaz ve Karciğar olmak üzere aynı şarkının üç muhtelif bestesi meydana gelmiş ve kendi aralarında her üçünü de beğenmişler.

Birkaç gün sonra da bu arkadaşlar Bebeğe doğru bir gezme yaptıkları sırada Arnavutköyü’nden geçerken köyün tepesinde köşkü bulunan Hacı Arif Bey’i ziyaret etmek akıllarına gelmiş, çıkmışlar. Üstad bu eski tilmizlerini pek memnuniyetle kabul etmiş. Bağından üzüm toplamış, ikramda bulunmuş.

Şu fırsattan istifade etmek isteyen Beyler, malum üç besteden en iyisini hocaya seçtirmek için aralarında karar vererek recada bulunmuşlar.

Üstad memnuniyetle dinlemiş. Fakat… Hiçbir şey söylemeden sakalını karıştırarak düşündükten sonra,
- Vallahi çocuklar, bu güfte bana başka bir şey istiyor gibi geldi, şunu bana yazar mısınız ? demiş.

Güfte hemen yazılmış, Arif Bey beş dakika kadar manzumeye göz gezdirdikten sonra Nihavend Makamında nefis bir beste ile okumaya başlamış. Bu fırsatı ganimet bilin beyler hemen şarkıyı geçmişler ve unutmamak için avdette okuya okuya dönmüşler.

Ertesi gün hatırlarına bir çapkınlık gelmiş. Ser Müezzin Rifat Bey’e çıkarak bir şarkı bestelediklerini, lakin acemilik tabii olacağından tashihini reca etmişler. Enderunda tek kalan bu değerli üstad okumalarını emretmiş. Üç arkadaş birden eseri okumaya başlamışlar. Zemini, nakaratı geçip, meyana geldikleri zaman nefis bir geçki ile

“Sana kul oldum kapında gayri kande varayım.”

Mısra’ı okunurken Rifat Bey gözlüğünü düzelterek;
- Siz Üstadı nerede buldunuz. Bu mis gibi Hacı Arif Bey kokuyor. demiş.

Teessüre şayandır ki diğer üç beste tamamen unutulmuştur. Zabt edilmiş olsa idi bu büyük şarkı üsradının lehine güzel bir mikyas olurdu.
Kemal Emin Bara
Türk Musikisi Dergisi Sayı 13 Kasım 1948

Bu güzel şarkının sözlerini Mehmed Sâdî Bey yazmış:

Ahteri düşkün garîb ü âşık-ı âvâreyim
  Gün gibi deryây-ı aşkında gezer bîçâreyim
  Sana kul oldum, kapında gayri kime varayım
  Şivekârım sen dururken ben kime yalvarayım

Bir perî-suret güzelsin serv-i hoş –reftârsın
  Mah-rûlarda nazîrin yok misilsiz yârsın
  Âşıkın hâline rahm eyleyici dildârsın
Şivekârım, sen dururken ben kime yalvarayım

Vezni: Failatün/Failatün/Failatün/Failün

Ahter: Yıldız
  Şivekar: İşveli
  Perî-suret: Güzel yüzlü, peri gibi
Serv-i hoş: Uzun boylu, salınarak yürüyen sevgili
  Reftar: Edalı yürüyüş
Mah-ru: Ay yüzlü güzel
  Dildar: Sevgili

Ali Rıza Avni; Sayın Hocam Avni Anıl’ın Musiki ve Nota’sının Ocak 1970 de yayınladığı 3. sayısında yukarıdaki şarkıyı Hacı Arif Bey’in başka bir nedenle bestelediğini anlatıyor. Diyor ki;

“Hacı Arif Bey, Sultan Abdülhamit’in iradesine karşı geldiği için bu padişah tarafından müebbet hapse mahkum edilmişdi.

Abdülhamit Sarayda derhal bir Fasıl tertiplenmesini istemiş ve bunun için de mabeyinci ile Hacı Arif Bey’e haber göndermişti. O günlerde cariyelerden biri ile yakın ilgisi bulunan Hacı Arif Bey, Saraydan uzakta bulunuyor ve bu daveti bir tertip olarak niteliyordu. Mabeyinciye, < İrade-i şahane ile herşey olur,amma musiki olmaz> diyerek saraya gitmeyeceğini bildirdi. Çok geçmeden evinden alınan Besteci, huzura çıkarıldı. Muzika-i Hümayun odalarından birine müebbet kaydıyla hapsedildi. Aradan 52 gün geçmişti ki, Arif Bey şu Nihavend şarkıyı besteledi.

Ahteri düşkün, garib-ü âşık-ı biçâreyim
  Sen dururken padişahım, ben kime yalvareyim

Bu şarkı; Başmüezzin Rifat Bey’in aracılığı ile fasıl hey’etinde meşk edildi. Nihavend Faslını dinleyen Padişah, şarkıyı pek beğendi ve Hacı Arif Bey’i affetti.

Zamanla, yukarıda anlatılan şarkının sözlerinin içersinde ki Padişahım yerine Şivekarım ifadesi ile değiştirilerek çalınıp söylenmiştir. Her iki hikâyede Hacı Arif Bey’in yaşantısını ifade ettiği için ilginçtir.

1870 li yıllarda içinde kendi eserlerinin de bulunduğu 576 sayfalık Mecmu’a i Arifi adında bir şarkı mecmuası yayınlamıştır. Bu kitabın basımı İstanbul’da Veziehanı’ndaki İbrahim Sırrı Efendi matbaasında ve 17 Mart 1873 de tamamlanmıştır.

Yukarıda anlattıklarımızdan anlaşıldığı gibi fırtınalı bir hayat yaşayan Hacı Arif Bey daha fazla dayanamıyor ve 28 Haziran 1885 günü son zamanlarda çektiği Kalp rahatsızlığına yenik düşerek hayata gözlerini kapıyor. Arkasında yüzlerce hatıralarla dolu şarkılar bırakarak.




Hoşgeldiniz