Osmanlı Müziği Çöktü, Türk Çağdaş Müziği Yaşıyor!.. Kemal Küçük


Toplam Okunma: 5179 | En Son Okunma: 25.04.2024 - 23:00
Kategori: Cevabi Yazılar, Eleştiri/Kritik

…Yoksa Kemal İlerici’nin 53 eşit olmayan aralıklı sistemi mi?.. Buna göre değişen makam sayıları hakkında ne diyor Bardakçı? Bir şey diyemiyorsa, 21. Yüzyılda, daha kendi aralarında müziğin teorisini belirleyememiş, bu nedenle toplu eğitimde kullanacakları solfej eğitimini yapamayan, geleneksel sazlarının kesin ölçülerini saptayamamış, metodunu yazamamış makamsal müzikçilerin günahını asla Müzik devrimimizin ve çağdaş müziğimizin ustalarının üzerine atmasın. Eserleri için “leş” dedikleri, Ferit Alnar iyi bir kanun üstadı iken Batı müziği ile tanışıp, dünyanın ilk “Kanun Konçertosu”nu bestelemişti…

Osmanlı Müziği Çöktü, Türk Çağdaş Müziği Yaşıyor!.. Kemal Küçük

Müzik Devrimimiz Çöktü mü? başlıklı geçen ayki yazımı yazarken henüz Murat Bardakçı şirazesini kaybedip Haber Türk ekranında Türk Beşleri için “Türk Leşleri” sözünü sarfetmemişti. Sonraki programda ise bunu Fatih Altaylı’nın özel bir sohbette söylediğini anlatarak, milyonların önünde söylenmeyeceğini bilmezlikten geldi. Üstelik “şecaat arzederken sirkatin söyler” misali, bu hakaretin besteciler için değil eserleri için söylendiğini belirtti. Bu tartışmanın karşılıklı restleşmeyle değil tarihsel, sosyal ve müziksel argümanlarla götürülebileceğini sanmıştım. Yanılmışım!

Sonraki iki Tarihin Arka Odası’nda konuşulanlar gösterdi ki, programı yapan biri akademisyen diğeri amatör iki tarihçi; Afyoncu ve Murat Bardakçı’nın bilmedikleri, dahası bilmediklerini de bilmedikleri evrensel sanat müziğini, Türkiye’deki reformu ve onun ürünlerini onlarla tartışabilmenin imkanı yoktur!

8 ocak 2011 gecesi Tarihin arka odası’nda tam 4 saat süren sululuklar, söz kesmeler, düşünce dizgesini bozan inanılmaz saptırmalarla geçen, müzik estetiği ve reformu konusunda “diz boyu cehalet” içeren programın sonunda (sabaha karşı) Erhan Afyoncu’nun bir sözü aslında her şeyi özetliyordu: “Ne gerek var kültür devrimine/müzik devrimine?”

Bunu baştan söylese, kimse müzik reformu tartışılacak diye uykusuz sabahı etmezdi. Teşbihte hata olmaz; bir polis muhabirinin mesleki deformasyona uğrayıp kendini polis sanması gibi, Afyoncu’da Osmanlı tarihçisi olmayı, 21. Yüzyılda Osmanlıcı olmakla karıştırdığını ortaya koydu! Osmanlıyı anlatmakla Osmanlıyı sevdirmek arasındaki fark, Osmanlının ekonomik, siyasal ve sosyal çöküşünün sanata ve özellikle de müziğe yansıyan halini objektif görmekten geçer! Afyoncu’nun göremediği “zemin” Israrla bugün bile Türkiye’de “zemini olmadığını” söylediği evrensel müzik için çıkan bir derginin 8 yıl nasıl yaşadığına hayret eden Afyoncu’yu İzmir’e götürmek gerek!

Zira 7 Ocak günü İzmir’de Adnan Saygun Konser Salonu’nda 1100 kişinin, 3 kilometre ötedeki AKM’de de 800 kişinin aynı saatlerde doldurduğu salonlarda Beethoven’in 9.Senfonisi ile Opera aryaları dinlediğini ve bu dinleyicinin uzaydan gelmediğini görürdü! Hele bir Tarihçi olarak, çöküş halindeki Osmanlı’nın İzmir’ini biliyor ise daha da şaşırırdı!

1920’lerde İzmir’de Osmanlı istatistiklerine göre, 250 bini geçen nüfus, 55 bin Rum, 21 bin Musevi, 10 bin Ermeni, 50 bin kadar da yabancı devlet uyruklu kişiden oluşuyordu ki, bunların da neredeyse tamamına yakını Yunan devleti uyruğundaki Rumlardı. İzmir’e gelen Avrupalı gezginler, burayı “müziği bol ve eğlenceyi seven bir kent” olarak algılamıştı. O zamanki adı Punto olan Alsancak’ta, Kordon ve çevresinde toplanmış olan gazino ve cafe’lerde, eğlence müziği ile Batı sanat müziği iç içeydi. Ancak bu şenlikli İzmir, Hıristiyanların “ışıl ışıl parıldayan İzmir’iydi. O günlerin İstanbul’undaki gibi Türklerle Hıristiyanlar birbirleriyle benzerliği olmayan iki ayrı dünyada yaşıyordu. Kordon boyundaki eğlence yerleri, bu zengin “Frenk mahallesi”nde toplanmıştı. Frenk Mahallesi ya da halk arasındaki deyimiyle “Gavur İzmir” ne kadar gösterişliyse, güneydeki Türk İzmir o ölçüde sönük, karanlık, bakımsız ve içine kapanıktı. Avrupa’dan gelen opera grupları temsillerini yine Punto’daki Tiyatroda sahneliyordu.

Afyoncu’nun karşı çıktığı bu yarım kalmış Müzik Devrimi sadece sosyal açıdan bile “öteki” görülen bu ülkenin halkına evrensel müziğin kapılarını açtı.

Bardakçı müziğinin “yeni çerilerine” baksın!

Geçen ayki yazımda müzik reformunun yarım kalan iyi anlaşılmayan yönlerini anlatacağımı söylemiştim.. Ama Bardakçı’nın milyonların önünde, Osmanlı’nın Divan müziği geleneğinin Müzik Reformu yüzünden gelişemediğini söylemesi bardağı taşırdı! O zaman çağdaş Türk müziğini anlamayan/ sevmeyen, Bardakçı ve Afyoncu’ya anladıkları dilden seslenelim.

Bardakçı’nın Arka Oda’dan defalarca dinlettiği, Atatürk’ün her gece dinlediğini söylediğini iddia ettiği “fasıl heyetince icra edilen” o müzik bu gün için gülünç olduğu kadar o gün için de “derbeder” bir ifade estetiği taşımaktadır! Münir Nurettin’in disipline etmeye çalıştığı söyleyiş düzeyinden ne kadar da uzaktır. Atatürk işte bu derbeder ifade için “yüz ağartmaktan uzaktır” demişti. Müziğin yapısına gelince:

Bardakçı bu gün çevresinde bir tek büyük saz semaisi dinleyen kişi görüyor mu? Saraydan halka açılan bu müzik neden büyük formlardan küçük şarkı formuna kısılıp kaldı?

Dede Efendi’nin“Yine bir gül Nihal” inden, “Akşam oldu yine bastı kareler”ine nasıl düştü?

O değerli divan müziğinin 1935’teki “zeminini” bize gösterebilir mi Afyoncu? Keşke cesaret edip “arka oda” tartışmasına yaşayan en önemli Osmanlı tarihçisi Prof. Halil İnalcık’ı çağırsalardı. Divan Edebiyatına koşut Divan Müziğinin, 1920’lerde neden yerlerde süründüğünün sosyolojik analizini, bunun müziğe yansımasını çok daha objektif anlatırdı kendilerine… Prof. İnalcık, “Patron ve Şair”adlı çalışmasında, patrimonyal yapıdaki sanatçının verdiği eserleri mutlak egemen bir hükümdarın belirleyişini, sanatçının toplumdaki egemen sosyal ilişkiler ve belli bir kültür çerçevesinde sanatını ifade edişini, divan edebiyatındaki şair- padişah ilişkisi içinde irdeliyor. O yapı değiştiğinde divan şiiri gibi müziğinin de nerelere düştüğünü anlatırdı herkese.

1940’larda, İstanbul Konservatuar’ında makamsal müzik için hem teori hem de icra açısından belli reformlar yapmak isteyen Hüseyin Sadettin Arel’in nasıl tepkiyle karşılanıp, konservatuardan atılan “müzik yeniçerileri” nin “istemezük” baskılarıyla istifa etmek zorunda kaldığını anlatsın herkese Bardakçı….

Arel ile birlikte istifa eden Ercüment Berker yaklaşık 33 yıl sonra ilk Türk müziği Devlet Konservatuvarı’nın kurucusu oldu. Ama tartışma bitmedi. Çünkü icra ettikleri müziğin teorisinde anlaşamayan” istemezükçü” makamsal müzikçiler, bugün Türk sanat müziği diye yanlış bir isimle sunulan yozlaşmış müziğin de yolunu açanlardır!

Rauf Yekta, makamsal müziğimiz ile Batı müziği arasında ilişki kurmak istiyor ve birbirlerini anlayacak bir müziksel zemin için teorik çalışmalar yapıyordu.

Şimdi, bu doğruyu gören Yekta’dan Arel’e uzanan, 24 eşit olmayan ses aralığından oluşan müzik midir Bardakçı’nın kabul ettiği müzik? Yoksa Ekrem Karadeniz’in 41 eşit olmayan aralıklı ses sistemi mi? Yoksa Kemal İlerici’nin 53 eşit olmayan aralıklı sistemi mi? Buna göre değişen makam sayıları hakkında ne diyor Bardakçı? Bir şey diyemiyorsa, 21. Yüzyılda, daha kendi aralarında müziğin teorisini belirleyememiş, bu nedenle toplu eğitimde kullanacakları solfej eğitimini yapamayan, geleneksel sazlarının kesin ölçülerini saptayamamış, metodunu yazamamış makamsal müzikçilerin günahını asla Müzik devrimimizin ve çağdaş müziğimizin ustalarının üzerine atmasın. Eserleri için “leş” dedikleri, Ferit Alnar iyi bir kanun üstadı iken Batı müziği ile tanışıp, dünyanın ilk “Kanun Konçertosu”nu besteledi.

Adnan Saygun, makamsal müzikçilerin yapamadığını yapıp, Türk makamlarının (özellikle Sabağ) senfonilerinde kontrpuantal bir yapı içinde tüm dünyaya duyurdu! Bardakçı “Tarihin arka odasında” amatörce tanburunu çalsın, Afyoncu dinlesin… Dünyanın önemli şeflerinden Ari Rasilainen yönetimindeki Staatsphilarmonie Rheinland-Pfalz orkestrası’nın seslendirdiği, CPO firmasından çıkan Saygun’un 3 ayrı senfonisi ise “tarihin ön odasındaki” her ulustan dinleyiciye çağdaş Türk müziğini tanıtmayı sürdürsün! (1)
____________________________________________

(1) Bu yazı “Milliyet Sanat Dergisi”nde (Şubat 2011) yayınlanmıştır.
(*) Resim: Hüseyin Saadettin Arel(1880-1955) ve Avusturya’da(1927-32) öğrenim görmesine yardımcı olduğu dünyanın ilk kanun konçertosunun bestecisi Hasan Ferit Alnar(1906-1978),




Hoşgeldiniz