Güzel Sanatlarımız ve Musıkîmizin “Muhteşem Yüzyılı“… Salih Zeki Çavdaroğlu


Toplam Okunma: 3520 | En Son Okunma: 28.04.2024 - 01:26
Kategori: Araştırma Yazıları

17. yüzyılda Batı’nın Osmanlı sanatına etkisi henüz ulaşmamıştı. Bu dönemde üretilen eserler halâ özgün nitelikte idi… Önceleri müstakilen kullanılan Arapça ve Farsça’nın yerine, bu diller ile sentezlenmek suretiyle meydana getirilen “Osmanlıca“ artık sadece İstanbul’ da değil, Anadolu’ nun büyük şehirleri yanında, hatta Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’ da da konuşulmaya başlanmış, şiirde olduğu gibi, güftelerin de dili olmuştur… Geleneksel musıkîmizin sanat camiasındaki saltanatı ise 19.yy ortalarına kadar sürecekti…

Güzel Sanatlarımız ve Musıkîmizin “Muhteşem Yüzyılı“… Salih Zeki Çavdaroğlu
( 17. Yüzyılda Geleneksel Osmanlı Musıkîsi )

Tarihi verilerin gösterdiği gibi 14. yüzyılda kurulan Osmanlı devleti, hemen iki asır sonra yani 16. yüzyılda eriştiği coğrafi sınırları, idarî ve askerî yapısıyla bir cihan imparatorluğu, bugünkü tanımı ile “ süper güç “ olur.

Ancak Osmanlı, 9. yüzyılın ortalarında itibaren selefi olan devletlerden Karahanlılar ile başlayıp, Selçuklu devletinden devraldığı kültür ve sanat alanındaki yapılanmaları bitirebilmesi için bir sonraki, yani 17. yüzyılı bekleyecekti.

Her ne kadar bu yüzyılda devlet siyasî, askerî, ekonomik ve sosyal alanlarda, yükselme evresinden yavaş yavaş duraklama durumuna yönelmişse de, mimârî, edebiyat, musıkî ve hat olmak üzere bütün sanatlarında rüşdünü isbat edip, zirve noktasında yerini alacaktır.
17. yüzyılda Batı’nın Osmanlı sanatına etkisi henüz ulaşmamıştı. Bu dönemde üretilen eserler halâ özgün nitelikte idi. Özellikle mimâride İmparatorluğun görkemini ortaya konan yapılar bir bir boy gösteriyordu.

Dinî mimâride bir üslûp teşkil edecek olan Sultan Ahmed Câmii Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından 1609 yılında başlanıp,1616 yılında bitirilmişti.

Eminönü’ ndeki Yeni Camii ise 1597 yılında Mimar Davut Ağa tarafından yapılmaya başlanmış, Mimar Dalgıç Ahmed Ağa tarafından devam ettirilmiş ise de, inşaat, başlangıcından 66 yıl sonra, dönemin mimarbaşısı Mustafa Ağa tarafından 1663 yılında bitirilecekti.
Aynı yüzyılda Üsküdar’ da Valide Kösem Sultan adına inşaa edilen Çinili Camii’ de Osmanlı mimârisinin önemli eserlerinden biri olacaktır.

Sivil mimaride ise, Bağdat Revan ve İncili Köşkleri inşa edilip, mimâride örnek yapılar ortaya konur.

Edebiyatta; daha önce müstakilen kullanılan Arapça ve Farsça dillerinin yerine, bu diller ile sentezlenmek suretiyle meydana getirilen karma bir dil olan “ Osmanlıca “ da gelişimini tamamlamıştır.

Bu dil artık sadece İstanbul’ da değil, Anadolu’ nun büyük şehirleri yanında, hatta Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’ da da konuşulmaya başlanmıştır.

İçlerinde Sultan I. Ahmed, II. Osman, IV. Mehmed ve II. Ahmed gibi Osmanlı Padişahlarının da bulunduğu, Nâdirî (ö.1626), Nef’î (ö. 1635) Şeyhulislâm Yahyâ (ö.1643) Nâilî (ö.1666), Neşâtî (ö. 1674 ) gibi divan edebiyatı şairleri şiirlerini artık Osmanlıca ile yazıyorlardı.

Şiir dışında, edebiyatın diğer alanlarında Kâtip Çelebi (1S09-1658), Evliya Çelebi (1611-1682), Koçi Bey ( ö. ?)ve Peçevî İbrahim Efendi (1574-1649) gibi isimler, önemli eserler veriyorlardı.

Divân edebiyatında olduğu gibi, Halk edebiyatında da, başta Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevherî, Kayıkçı Kul Mustafa, Kuloğlu’ nun şiirleri dilden dile dolaşmaktadır.

Minyatür sanatında geleneksel üslûp yanında, günlük hayata yönelik konuların ağırlık kazandığı değişik bir üslûp gelişir. Özellikle Lâle Devri olarak adlandırılan ve erken modernleşme olarak tanımlayabileceğimiz dönemde minyatür batı resim tarzına oldukça yaklaşır.
Hat sanatında başta hâfız Osman olmak üzere, hattatların yazdıkları Kur’ an-ı Kerîm’ ler İslâm coğrafyasının tamamında büyük ilgi görür. Bu eserler, taş baskı tekniğiyle çoğaltılarak , talepler karşılanır.

Diğer Osmanlı/ Türk sanatlarına oranla tezhibde pek bir ilerleme görülmediği gibi, bilakis bir gerileme gözlenir. Gerek motifte, gerekse kompozisyonda pek önceki yüzyıllardaki parlak renkli, canlı ve özgün renklerin kaybolduğu, bunun yerine yaldız kullanımının fazlalaştığı gözlemlenir. Tezhib sanatında, bu yüzyıldaki Hasan ve Derviş Mehmed isimli müzehhipler klâsik dönem tezhibinin son temsilcileri olurlar.

Seyirlik sanatlardan başta “ Karagöz “ olmak üzere, “ Orta Oyunu “ ve “ Kukla “ bu asırda gelişimini tamamladığı gibi, oldukça da yaygınlık kazanır.

17. yüzyılın sanat dünyasına genel olarak bakıştan sonra, konumuz olan musıkîye gelirsek :
Bütün sanatların yanında, bu yüzyılda en büyük gelişme gösteren sanat musıkî olur. Çünkü Osmanlı musıkîsi, selefi Türk devletlerinden bu yana asırlardır sürdürdüğü teorik ve pratik yapılanmasını tamamlar. Musıkîmiz artık bütün sistemi ile eksiksiz bir nitelik kazanır.

Öncelikli olarak, edebiyatla paralelik arzeden bir değişimin en önemli göstergesi, şiirimizde olduğu gibi, sözlü eserlerin güftelerinde Arapça ve Farsça yerini artık neredeyse tamamıyla dönemin kültür ve sanat Türkçesi olan Osmanlıca almıştır. Bunun yanında :
“ …Osmanlı / Türk musıkî geleneği başka sanat dallarına ve örneğin şiir ve edebiyata nisbetle çok daha yoğun bir şekilde İstanbul merkezli olarak gelişmiştir…” (1)

Şiir dilindeki bu değişim, haliyle beraberinde asırlardır İmparatorluk elitlerince benimsenmiş olan musıkînin merkezden çevreye yayılmasını da beraberinde getirecektir. Yani aidiyeti Saray ve konakların olan müziğin, halkca da benimsenmesinde ana unsur olacaktır.

“ 17. Yüzyıldan itibaren Osmanlı /Türk müzik geleneğinin İstanbul şehir ahalisinin aşağı yukarı her kesimine nüfûz ettiği, hepsince benimsenebildiği, repertuarının bu kesimlerin hepsine mensup kişilerce üretildiği, icrâ edilip, sonraki nesle intikal ettirilebildiği…” (2) ni de söyleyebiliriz.

Önceki yüzyıllarda Arap edebiyatından aynen aktarılmış olan aruz bahirleri ile ilişkili usul kalıplarının yerini daha özgün usul kalıpları alır.
Ayrıca Arap ve Fars musıkîlerinden aynen alınan musıkî formlarının terkedilerek, bunların yerine, kâr, beste, semâî gibi Osmanlı musıkîsine has formlar ortaya çıkmıştır.

Yüzyılın kuşkusuz önde gelen mûsikî üstâdları, çok önemli eserlere imza atmış bulunan Hâfız Post, Köçek Derviş Mustafa Efendi, Bezcizâde Muhiddin, Koğacızâde Şeyh Mehmed , Zâkirî Hasan, Derviş Ali Esved , Hâfız Kumral , Şaban Dede , Abdülkerim , İmam Yusuf , Antepli Bedrî Mehmed , Nasuh Paşazâde Ömer , Derviş Sadâyî , Bursalı Hâfız Ubeyd , Bursalı Osman , Yakubzâde Şeyh Mehmed , Bursalı Ebûbekir , Mevlevî Yusuf Dede , Küçük İmam Mehmed , Ümmî Sinanzâde Hasan , Nane Ahmed Çelebi , Kefeli Derviş Abdî , Fethullah Çelebi , Şeyh Mehmed Nazmî, Tablîzâde Aklî bu dönemin diğer mutasavvıf mûsikîşinaslarındandır. “ (3)
17. asrın başlarında Buhurizâde Mustafa Itrî Efendi ile Türk musıkîsi varabileceği en yüksek yere ulaşır. Dini, dindışı, saz ve söz musıkisinde ürettiği bestelerle hem kendi zamanının, hem de tüm zamanların önde gelen bestecilerinden biri olacaktır.
Hafız Post da döneminin en güçlü bestecilerinden birisidir. Gazi Giray Han’ın himayesinde musıkimize önemli katkıları olmuştur.
Bu yüzyılda, Mevlevîhânelerin Konya’ daki merkezinin İstanbul’ a taşınması ile, başta Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi’ nin “ Celvetiye “ tarîkatı olmak üzere, zikir meclislerinde musıkîyi kullanan birçok tarikat tekkelerinin yaygın bir şekilde faaliyete başlamalarının musıkîye reddedilemeyecek kadar çok fayda sağladığını da unutmamak gerekir.

Zira, tekkeler mürid ve muhibleriyle, edebiyat, mûsikî ve hat sanatlarının her zaman en büyük takipçi ve koruyucusu olur. Hatta Mevlevîhâneleri ile birer konservatuar işlevi görmüşlerdir.

17. yüzyıl dini musıkisine baktığımızda, dinî formlarda kullanılan güfte yoğunluğu yönünden Yunus Emre ve Mahmud Hüdai Efendi’ nin şiir ağırlığını belirgin bir şekilde hissettirmektedir. Özellikle kaside ve ilâhi formlarındaki bu tercih, ondan sonraki yüzyıllardan günümüze kadar hiç değişmeyecektir.

Tasavvuf dünyasındaki insanların geleneksel musıkîmize katkılarını müzik araştırmacısı- yazar Cem Behar şöyle ifade ediyor :
“ ..Osmanlı / Türk musıkî geleneğinin çok önemli ve onu diğer tüm Ortadoğu-İslâm geleneklerinden farklılaştıran ayırt edici vasıflarından biridir bu. Yani tarikatların musıkînin öğretim, icra ve intikalinde kilit rol üstlenmiş olmaları. Nitekim statü ve meslekleri derviş, şeyh, zâkir ya da zakirbaşı …” (4) olan bir çok ismin, musıkimize katkılarını biliyoruz.

Dinî musıkîmizin önemli formlarından biri olan ve ilk yazıldığı 15. yüzyıldan bu yana çeşitli kişilerce bestelenen mevlidin 17. yüzyılda besteci Bursalı Sekban tarafından bestelenen versiyonu, diğer besteleri unutturacak ve o günden bu yana belki de ufak tefek değişikliklerle okunmaya devam edecektir.

İmparatorluğun coğrafî başkenti gibi sanat ve musıkîsinin de başkenti de İstanbul’ dur. Ancak İstanbul odaklı musıkî, İmparatorluğun önceki başkentleri olan Bursa ve Edirne ile birlikte, Diyarbakır, Konya gibi diğer önemli şehirlerde de yoğun bir şekilde icra edilip, dinlenmeye başlamıştır.

“…Osmanlı musıkîsi için II.Murad’ dan sonra okul sayılabilecek ikinci parlak dönem 64 yıllık IV.Murad-IV Mehmed çağıdır ki, İmparatorluğun KÖPRÜLÜLER devri olarak tanınan-halâ bir nebze dirayetli (ama gölgeli ) bir parlaklığın hakim olabildiği-çöküş başlangıcı dönemine karşılık gelir. HÜSEYNÎ ve SEGÂH makamlarına âşık bir bestekâr olan IV MURAD, aynı zamanda Kâtib ve Evliya Çelebi’ler gibi büyük ilim adamlarıyla, SOLAKZÂDE, ÂMA KADRİ, BENLİ HASAN AĞA,NEYZEN VE ÇENGİ(Çeng adlı eski Türk harpini çalan)YUSUF DEDE,DERVİŞ ÖMER ve KOCA OSMAN EFENDİ (ITRÎ’ nin meslek dedesi )gibi büyük bestekârlara çevresini açmaktan başka, en ünlüleri bestekâr ŞEŞTÂRÎ (Kopuz ailesinden altı telli mızraplı saz çalan ) MURAD AĞA olan değerli Azerî musıkîcileri Revân ve Bağdad seferlerinden dönüşte İstanbul’ a getirmiş olan gerçek bir sanat koruyucusudur… ” ( 5 ) IV. Murad Han…
Sultan II. Bayezit devrinde tesis edilen Edirne Dârüşşifası’nda musıkî ile tedavi 17. Yüzyıl içinde büyük gelişme gösterir. Osmanlı şair hekimlerinden Şuurî Hasan Efendi (ö.1693), “T’adil-ül Emzice” adlı eserinde hangi makamların hangi hastalıklara iyi geldiğini ve makamlarla tedavi yöntemlerini yazar. Hasan Efendi kitabında makamların musikinin tıpla olan ilgisini anlatırken şöyle yazıyor :
“ Musiki ilminin, diğer ilimlerde olduğu gibi tıp ilmiyle de ilişkisi olduğu aşikârdır. Nabzın vuruşları makamların usullerine göredir. Nabız hareketlerinin her biri bir makama ve nağmeye uymaktadır. Nabzın hareketi makamlar usulüne (ritmine) aykırı olsa, bu, hayırlı bir belirli değildir. Nabız hareketi usulden haberi yoksa hekimlikte yetkin ve sanatında becerikli olmayıp hastalıkları tanımada güçsüzdür.”
Osmanlı musıkîsi, kendi toprakları içindeki topluluklarının dışındaki ülke coğrafyalarının müzikleri üzerinde dahi etkili olmaya başlamıştır.

Meselâ, “ …Klâsik Türk Musıkîsinin bir ekolü, bilhassa XVI - XVII. Asırlarda Hindistan’ da, hassaten Delhi, Agra ve Lâhûr saraylarında teşekkül etmiştir. Orada Türk bestekârlarının yaptığı eserler ‘ Hind’ lilerin ‘ adıya İstanbul’ da asırlarca çalınmıştır ve haylisinin notası da elimizdedir…” (6)

Bu meyanda aynı dönemde Batı musıkisinde “opera” müziği gelişimin tamamlamış, Osmanlı Sarayı da buna ilgisiz kalmamıştır. 1675 senesinde Edirne’de yapılacak sûr-ı Hümâyûn törenleri için Venedik Devleti’nden bir opera topluluğu istenmişse de, zamanın kısıtlı olması sebebiyle topluluğun gelmesi gerçekleşemiştir. Buna rağmen aynı törenlerde org’lar eşliğinde Batı Musıkisi çalınmıştır.
Devletin resmî, bir başka ifadeyle askerî müziği olan “ Mehter “ musıkîsi bu yüzyılda doruk noktadadır.

“…Çin kökenli olan, kös ya da kûs-i hakânî denilen koca davullar gök gürültüsünü andıran sesi dolayısıyla mehter takımına alındı; kösler at, deve yahut fil üzerinde taşınıyordu. Sultanlığa eski gücünü kazandırmak isteyen, atılgan, üstün bir komutan olan Sultan Genç Osman (1618-1622 ) kösleri Hotin seferine götürdü. Kös o seferden sonra sadece sultanlara özgü bir saz olarak görülmeye başladı. Sultan İbrahim ‘ Deli İbrahim ‘ (1640-1648) saray törenlerinde mehtere daha geniş bir yer verdi…” (7)
Mehter musıkisine özgü çalgılar Avrupa’ da tanınmaya başlar. Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde, Avrupa’ daki bazı evlerde Türk Musıkisi sazları bulunduğundan söz etmekdedir.

Mehter müziği Avrupa’ da özellikle Osmanlı-Avusturya savaşları ve savaş sonrasında iki ülke diplomatları arasında kurulan temaslar sonucunda tanınır. Zira, Osmanlı elçileri, yabancı elçiliklere kendi heyeti içinde bulundurduğu mehter takımı ile birlikte gider ve topluluk o elçiliğin önünde “Elçi peşrevi” icra ederdi.

1665’ te elçilik görevi ile Avusturya’ ya gönderilen Kara Mehmet Paşa, beraberinde götürdiği mehter takımının şehir içinde verdiği konserler büyük bir ilgi görmüştür.

1680 yılında Batı’ lı kompozitör Nikolaus Adam Strunk’ un bestelediği Esther operasında mehter etkisi bütün özellikleriyle hissedilecektir.

Öyle ki ilerleyen zamanlarda “… Mehter aletleri olan davul (timpani), zil ( cembali ), ve çelik üçgen ( triangle ) in girmesiyle senfoni orkestralarının yapısına eskisiyle kıyaslanamayacak bir dinanizm gelmiş ve bu dinanizm önce opera, sonra senfoni bestecilerini Türk konulu eserler yazmaya yöneltmiştir. Batılı besteciler Türk vurmalı çalgılarındn başka, eşit aralıklı ( tanpere) sistemlerinin taklide imkân verdiği bazı Türk makamlarını ve kendi müziklerinde bulunmayan 5, 7, 8, 9 zamanlı Türk usullerini de – bazı klâsik Osmanı bestekârlarının Rumca güfteli şarkı bestelemeleri gibi – bir fantezi olarak kullanmışlardır…” (8)

Batılı kompozitörlerin mehter ezgilerini kullanma hevesleri günden güne artacak ve 19. yüzyıla gelindiğinde Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni’’ si, Brahms’ın Dördüncü Senfoni’ si ,Haydn’ ın Askeri Senfoni’si, Wagner’in Tannhauser Operası, Wolfgang Amedeus Mozart ‘ ın Saraydan Kız Kaçırma ile Zaide operalarında mehterin etkileri iyiden iyiye belirir.

Başlangıcından 16 yüzyıla kadar üretilen besteleri ustadan çırağa meşk yöntemiyle dudaktan kulağa nakledilen ve hâfızalarda saklanan repertuar o yüzyılda Ali Ufkî Bey ( 1610- 1765 ) aracılığıyla batı notası ile tanışır.

Polonyalı bir müzik adamı iken, 30 yaşlarında savaş esiri olarak IV. Sultan Mehmed’ in Padişahlığı döneminde İstanbul’ a getirilen, sonradan müslüman olan ve asıl ismi Wojciech Bobowski olan Ali Ufkî Bey Topkapı Sarayı meşkhânesinde görevlendirilir.
Onun en önemli çalışması, 16. Ve 17. Yüzyılın beşyüzden fazla sözlü ve enstrümantal bestesini notaya alması ve bunların Mecmua-i Sâz-ü Söz isimli eseri ile günümüze kadar ulaşmasını sağlamak olmuştur. Ali Ufkî Bey’ in Mecmua ‘ sına aldığı eserler “…beş çizgili porte üzerine fa anahtarıyla yazılmıştır.Tabii, yalnızca Batı türü arızalar, bemoller, diyezler kullanılmıştır…
…Nota örneklerinde ezgilerin belirgin ana çizgileri verilmiştir, bunlar hem ezginin ezberlenebilmesi, hem de çalınabilmesi amacıyla yazılmış nota örnekleridir…” (9)

Netice itibariyle 17. yüzyıl geleneksel musıkîmizin karakteristik kimliğini tamamladığı bir zaman dilimidir. Musıkimizin böyle bir aşamaya gelmesinde en önemli unsur, herhalde devletten gördüğü büyük destektir. “…Sultan IV. Mehmed, Sultan IV.Murad, Zurnazen Mustafa Paşa, Neyzen Hasan Paşa gibi musıkîşinâs devlet adamlarının bulunması musıkîye verilen önemi gösterir. Politik açıdan duraklama dönemine giren İmparatorlukta, sanat yönünden en parlak dönem yaşanmıştı.” (10)

Geleneksel musıkîmizin sanat camiasındaki saltanatı aralıksız olarak 19. Yüzyılın ortalarına kadar sürecekti. Ancak II. Mahmud’ un padişahlığında, devletin musıkî politikasındaki tercihi çok sesli Batı müziği olacak, bu politika Tanzimat, Meşrutiyet ve erken Cumhuriyet dönemlerinde de tavizsiz bir şekilde devam ettirilecektir.

D İ P N O T L A R :

1 Cem BEHAR, “ Şeyhülislâm’ın Müziği “ Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Mayıs 2010, s. 153
2 Cem BEHAR, “ a.g.e “, s.180
3 Sâdeddin Nüzhet ERGUN, “ Türk Musikisi Antolojisi “, c. I, ss. 27-55.
4 Cem BEHAR, “ a.g.e “, s. 130
5 Cînuçen TANRIKORUR,”Osmanlı Musıkîsi”,Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Feza Gazetecilik, İstanbul, İstanbul/1999,c.2,s.507
6 Yılmaz ÖZTUNA, “ Türk Musıkîsi Ansiklopedisi “, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1976, C.II (2. Kısım) s.339
7 Eugenia POPESCU- JUDETZ, “ Türk Musıkî Kültürünün Anlamları “, Pan Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 68
8 Cinuçen TANRIKORUR, “a.g.e“, C.2, s. 509
9 Eugenia POPESCU- JUDETZ, “ a.g.e“,s. 29
10 Nazmi ÖZALP, “ Türk Musıkîsi Tarihi “, TRT Müzik Dairesi Yayınları, Ankara, 1986, C.1, s. 142




Hoşgeldiniz