Neyzen Emin Dede Hayat Döneminden Kesit … Beşir Ayvazoğlu
Toplam Okunma: 5861 | En Son Okunma: 03.12.2024 - 13:18
Tekkelerin ve Darülelhan’ın Türk Musikisi bölümünün bir yıl arayla kapatılması Emin Dede’yi şiddetli sarsmış ve ayaklarının altındaki zemin kaydığı takdirde bir insan ne hissederse onu hissetmiş olmalıdır. Bu dramatik gelişmelerin yaşandığı günlerde Tophane’deki evde neler konuşulduğunu tahmin etmek zor değil… Öte yandan Hakkı Dede’nin 1918’de vefatı üzerine, çile çıkarmış bir Mevlevi olmadığı halde Galata Mevlevihanesi neyzenbaşılığına getirilip kendisine dede ünvanı verilmiş ve tekkelerin kapandığı 1925 yılına kadar bu görevini sürdürmüştü…
Neyzen Emin Dede -II … Beşir Ayvazoğlu
Bu yazının birinci bölümü, Emin Efendi’nin, sadece ney’in esrârını ve metin bir ahlâkı değil, Mevlânâ sevgisini ve Mevlevî terbiyesini de meşk ettiği Aziz Dede’yi kaybettikten sonra Bahariye Mevlevihanesi Şeyhi Neyzen Hüseyin Fahreddin Dede Efendi’den derse başladığı anlatılarak noktalanmıştı.
Emin Efendi hiç şüphesiz bütün hocalarına sonsuz saygı duyuyordu; ancak “kıraaten musiki” öğrendiği Tophaneli Sadık Bey’le çok senli benli olduğunu yine Avni Aktuç’un Hoş Sadâ’daki notlarından öğreniyoruz.
Yaz günlerinde Sadık Bey’le Beyazıt’ın asırdîde çınarı altında çay içmeyi seven Emin Dede, Hoş Sadâ’da* anlatılanlara inanmak gerekirse, hocasıyla çok zaman “sertçe ve biraz istihzalı” konuşurmuş; bir gün dügâh makamı üzerine tutuştukları bir tartışma sonunda Emin Efendi enfiyesini, Sadık Bey de nargilesini tazelemek zorunda kalmış. Muhtemelen akranı olduğu için senli benli konuşup şakalaştığı ve belki de zaman zaman tatlı kavgalara tutuştuğu Sadık Bey’in yeri Tophane’deki evde hep başköşedir. Nitekim Hakkı Süha Gezgin onu ilk defa, başköşede çekme potinli ayaklarını altına toplamış halde otururken gördüğünü ve o gün geçilen âyinin Birinci Selâm’ından sonra Emin Efendi’nin “Nasıl oldu?” sorusuna yüzünü buruşturarak “Daha gelişmemiş!” diye cevaplandırdığını hatırlıyor. Emin Efendi yeni talebesinin hayretle kendisine baktığını görünce “Sadık Bey’e eser beğendirmek güçtür” anlamında gülümsemişti. O gün, Hakkı Süha Bey’in Emin Efendi’nin fizikî görünüşü hakkındaki izlemini şöyleydi: “Makine ile kesilmiş kısa, sert kumral saçlar altında geniş bir alın. Perişan kaşlar, dalgın, düşünce dolu mavi gözler. Fikret’in Nedim’i tasvir ederken söylediği tarzda, hafif bir çiçek serpintisiyle örselenmiş pembe bir ten. Kuvvetli bir çene çizgisi, bembeyaz ve sımsıkı dişler. Dokunulmamış bir bıyık ve ince ince gülümsiyen dolgun dudaklar.”
Emin Efendi, birbirine şaşırtıcı bir şekilde benzeyen musiki ve hüsnühattın büyülü dünyasına öylesine dalmıştı ki, evlenmek aklının ucundan bile geçmiyordu. Ağabeyi Ömer Vasfi Efendi de aynı şekilde mücerretti; iki kardeş Tophane Defterdar Yokuşu’ndaki ahşap evde bir dünya kurmuş, kamış kalemleri, ney’leri ve dostlarıyla güzel ve âsûde bir ömür sürüyorlardı. Emin Efendi Tophaneli Sadık Bey’den başka Bolâhenk Nuri Bey’den de yeni yeni eserler geçmiş, Bolâhenk’in bestelediği Karcığar ve Puselik âyinlerini bizzat kendisinden yazmıştı. Öte yandan Tophane’de Karabaş Dergâhı şeyhi Hobcuzâde Ahmet Efendi’den Nâyî Osman Dede’nin meşhur Miraciye’sinin Dügâh, Segâh, Sabâ ve Müstear bahirlerini meşk edip notaya geçirmişti. Ahmed Efendi’nin vefatı üzerine kardeşi Hobcuzâde Rıza Efendi’den de aynı eserin Hüseynî bahrini geçen Emin Efendi’nin bu renkli ve zengin sanat hayatının yanısıra bir de memuriyet hayatı vardı.
Feyziye Rüşdiyesi ve Vefa İdadisi’nden sonra iki yıl kadar devam ettiği Hukuk Mektebi’ni bitirme imkânı bulamayan Emin Efendi, 1902 yılında Posta ve Telgraf Nezareti’nin mektubî kalemine “çırağ olunmuş” ve Meşrutiyet’in ilânından sonra da müsevvidliğe yükselmişti. Birinci Cihan Harbi’nin başladığı sıralarda da Erkân—ı Harbiye Harita Şubesi matbaasında boş bulunan hattatlığa imtihanla kabul edildi. Öte yandan, Hakkı Dede’nin 1918’de vefatı üzerine, çile çıkarmış bir Mevlevi olmadığı halde Galata Mevlevihanesi neyzenbaşılığına getirilip kendisine dede ünvanı verilmiş ve tekkelerin kapandığı 1925 yılına kadar bu görevini sürdürmüştü. Öteki mevlevihanelerde ayin icrası sırasında Emin Dede’nin bulunması özellikle istenir ve beklenirdi. Aynı tarihlerde Darülelhan’da da ney hocası olarak görev yapıyordu. Ne var ki bu görevi 1926 yılı sonlarında, Darülelhan’ın adının Türk Musikisi Konservatuvarı olarak değiştirilip Türk Musikisi bölümünün kapatılmasıyla sona erecekti.
Tekkelerin ve Darülelhan’ın Türk Musikisi bölümünün bir yıl arayla kapatılması Emin Dede’yi şiddetli sarsmış ve ayaklarının altındaki zemin kaydığı takdirde bir insan ne hissederse onu hissetmiş olmalıdır. Bu dramatik gelişmelerin yaşandığı günlerde Tophane’deki evde neler konuşulduğunu tahmin etmek zor değil. Yakın dostu Rauf Yekta Bey, Tiyatro ve Musiki dergisinin Şubat 1928 tarihli sayısında yayımlanan bir yazısında, haklı olarak Türk Musikisi şubesinin kapatılmış olmasını musiki kültürümüze vurulmuş ağır bir darbe olarak nitelendiriyor ve yalnız Batı musikisinin öğretildiği bir konservatuvardan Türk Musikisi bestekârı yetişemeyeceğini anlatmaya çalışıyordu, ama “varak—ı mihr ü vefâyı kim okur, kim dinler”!
Emin Dede, artık bir neyzen olarak evine mahkûmdu ve muhtemelen daha zor günlerin gelmekte olduğunu hissediyordu. Sevgili ağabeyini kaybettiği yıl harf inkılâbı ilan edildi. Ömer Vasfi Efendi, bir âlemin kapılarının bir daha açılmamak üzere kapandığı 1928’de, büyük değişim dalgalarına direnebileceğine inandığı kardeşini yapayalnız bırakarak genç yaşında göçmüştü. Talebelerinden Necmeddin Okyay, onun 1928’de vefatını bir çeşit “kerâmet” olarak nitelendiriyor ve düşürdüğü mücevher tarihte “Yazmadı aslâ şu Lâtin harflerin gitdi Ömer” [1347/1928] diyordu. Hatip Ömer, bir hattat olarak hayatına anlam kazandıran eski harflerin, dolayısıyla bu harflere bağlı bütün bir kültürün tarihe gömüldüğünü görmeden gitmişti, ama Emin Efendi, Türk musikisinin bile yasaklanıp büsbütün hayatın dışına itildiğini görecekti.
Erkân—ı Harbiye Matbaası Ankara’ya nakledildiği için kısa bir süre de Ankara’da görev yapan Emin Dede, emekliliğini isteyip İstanbul’a döndükten sonra kalan ömrünü dostlarına ve her şeye rağmen kendisinden ney öğrenmek isteyen gençlere vakfetti. Yahya Kemal’in “Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” dediği eski musiki, artık sadece onun Tophane’deki aşhap evinde ve benzeri mekânlarda nefes alıp verebiliyordu. Ne var ki, Emin Dede’nin içinden geçen nefesi ateş yalımına dönüştüren ney’i, bir medeniyetin asla bütünüyle yok edilemeyeceğini haykırıyor ve hâlâ ayrılıklardan şikâyet ediyordu.
Hakkı Süha, Tophane’deki evde nice ilâhî taksimlerin nağmeden şahaplarının uçtuğunu, nice vecdli demlere erdiklerini ve nice büyük üstâdları dinlediklerini söyledikten sonra “Emin Dede’de feyiz bir çağlayandır” diyor. İlminin ve sanatının nurunu teşekkür bile kabul etmeden güneş cömertliğiyle dağıtan büyük sanatkârın kapısı, İstanbul’un dört köşesinden, hattâ bazan uzak yerlerden gelen “nağme âşıkları”na her zaman açıktı; ince Mevlevî terbiyesi, çile sabrı ve ermiş tahammülüyle heveskârların kulak tırmalayan berbat ıslıklarını dinler, nasıl üfleneceğini anlatır, hatta notalarını yazar ve onlarla beraber üflerdi. Emin Dede’nin bazan da ders esnasında birden coşup ilhamının saltanatlı enginlerine açıldığını hatırlatan Hakkı Süha, o zaman dinleyenlerin kendilerini bir rüya âlemine girmiş gibi hissettiklerini, gözlerinin önünde adeta lâv çağlayanlarının uğuldayarak aktığını, ormanların inlediğini, yakut kanatlı ankaların uçuştuğunu ve kalplerin ışıktan oklarla delik deşik olduğunu anlatıyor.
Halil Can, 1943 yılı ağustosunda bir vesilesiyle Ankara’dan İstanbul’a gelmiş ve bir pazar günü arkadaşı Selim Aru’yla birlikte hocasını ziyarete gitmişti. Eve yaklaştıklarında mevsim yaz olduğu için açık bırakılmış pencerelerden taşıp âdeta çevreyi tutuşturan yakıcı ney nağmelerini işittiler ve önünde öylece kalakaldıkları kapının tokmağını Emin Dede’nin vecd içinde yaptığı emsalsiz taksim sona erdikten sonra tıklatabildiler. Halil Can, o gün evde kimlerin bulunduğunu kaydetmemiş. Ancak kendilerinden sonra Sadettin Kaynak’ın Kemal Altınkaya adındaki arkadaşıyla birlikte geldiğini, orada bulunan sanatkârların da iştirâkiyle Dede’nin Ferahfeza Âyini’ni geçtiklerini ve üstâdın “o bînazîr üslûbuyle üfleyerek her nefhasını okuyan ve çalanların üzerinde gezdirdiğini” biliyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar da o gün orada mıydı? Ferahfeza Âyini’ni, o gün değilse bile, Emin Dede’den dinlemiş miydi? Yoksa Huzur’daki sahne bütünüyle hayal mahsulü müdür? Kimbilir! Peki, Emin Dede’yi dinlememiş olsaydı şu satırları yazabilir miydi?
“Ve ney üflüyordu. Ney yapıcı ve yıkıcı hilkatin sırrı olmuştu. Her şey, bütün kâinat onun nefesinde şekilsiz bir oluş içinde değişiyordu. Ve kendisi külçelendiği yerden belkemiğinde olan bu ameliyeyi büyük bir tevekkülle seyrediyordu. Orada bir umman kabarıyor, burada bir orman kül oluyor, yıldızlar birbirleriyle öpüşüyorlar, Mümtaz’ın elleri erimiş baldan imişler gibi dizinden aşağı akıyordu.”
Halil Can ve arkadaşı, o gün Emin Dede’yi son defa dinlediklerini bilmiyorlardı. Yirmi gün kadar sonra hocasının felç geçirdiğini ve bütün müdahalelere rağmen tansiyonunun bir türlü düşürülemediğini öğrendi. Meflûç halde bir buçuk yıl daha yaşayan Emin Dede, 3 Şubat 1945 cumartesi günü saat 12.30’da son nefesini verdi ve ertesi gün, dostlarıyla hayranlarının elleri üstünde Tophane rıhtımına, oradan da bir motorla Eyüpsultan’a götürüldü, ağabeyi Ömer Vasfi Efendi’nin yanında toprağa verildi. Son yıllarda evlenmiş, fakat çocuğu olmamıştı. Onun çocukları talebeleriydi; Hakkı Süha Gezgin’di, Halil Can’dı, Halil Dikmen’di…
Vefatına düşürülen tarihlere gelince, en güzelleri Hezarfen Necmeddin Okyay’ın kaleminden çıkmıştı. Üç farklı dilde üç tarih: “Hattat Emin Dede gülzâr—ı Adn’e girdi”, “Femâte Hattat Emînü’l—mevlevî”, “Reft cennet Neyzen Emin Dede.”(1)
______________________________________
* Bilindiği gibi İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın ömrü Hoş Sadâ’yı tamamlamasına yetmemişti. Bu eserin Udî Cemil Bey maddesinden sonrası Avni Aktuç tarafından yazılmıştır.
______________________________________
(1) http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=13010