Kâni Karaca Anlatıyor… Mehmet Güntekin


Toplam Okunma: 15983 | En Son Okunma: 13.10.2024 - 07:23
Kategori: Değerlerimiz, Röportajlar

2004’te kaybettiğimiz hafız, mevlidhan, büyük musikişinas Kâni Karaca’nın hayatına, yetişme çağına, kişiliğine ve sanatına ışık tutan önemli bir belge niteliğinde Mehmet Güntekin tarafından vefatından iki yıl önce 2002’de gerçekleştirilen mülakatı sunuyoruz. Görüşmede O’nun bugüne kadar bilinmeyen yönlerini, özellikle onu bu dünyanın ışığından yoksun bırakan olayların hikâyesini ilk defa kendi ağzından öğreniyoruz. (M.D.)

Kâni Karaca Anlatıyor…
Türk Musikisinin Büyük Ustasıyla Sohbet
Mehmet Güntekin

GİRİŞ Konuşması(**)

Musikici olarak bizim için Kâni Karaca’nın anlamı şu ki, kendisiyle tanışıyor olmanın, hatta aynı dönemde yaşıyor olmanın dahi şans olarak değerlendirilmesi gereken bir büyük usta. Bir fem-i muhsin örneği: üstad Kâni Karaca. Belki de en doğrusu şu: sadece Kâni Karaca. Başına herhangi bir sıfatın eklemesine ihtiyacı olmayan isim.

Musiki tarihimizden gelip geçen isimler arasında, zamanı aşabilenlerin sayısı elbette ki çok azınlıkta kalıyor. Kalabilenler arasında, henüz yaşarken tarihe mâlolmayı başarabilenler ise çok daha az sayıda. Kâni Karaca işte bu ender musiki adamlarından.

Kâni Karaca’nın önemi, öncelik itibarıyla sesinin güzelliğinde değil. Bizim musikimizde ses güzelliği ilk sırada gelmez. Üslûp sağlamlığının ve tavır güzelliğinin ardından gelir. Bizde öncelikli olan üslûp ve tavırdır. Sesin güzelliği, üslûp ve tavır güzelse bir anlam kazanır. Üslûp ve tavır güzel değilse, sesin güzelliği hiçbir anlam ifade etmez.

Kâni Karaca’nın musiki dünyamıza doğduğu 1950 yılından itibaren, radyo mikrofonlarından, İstanbul’un camilerinden, televizyon ekranlarından, sahnelerden… Ülkemizin sınırlarını da aşarak, en doğusundan en batısına kadar dünyanın çok sayıda ülkesinde verdiği konserlerle bir Kâni Karaca sadâsı yankılandı ki, bir üslûbun ve tavrın sadâsıdır. Bu yankı boşa gitmedi; bâkî kalacağına da kuşku yoktur. Çünkü o sadâ, yüzyılları aşıp gelen soylu bir geleneğin bugünün dünyasındaki yankılarıdır.

Hilkat, hiç şüphe yok ki, bir tarihe, bir büyük sanata ait şifreleri Kâni Karaca adlı bir seçilmişin hançeresine yüklemiş ve yüklediği önemli görevle dünyaya göndermiş olmalıdır. Kâni Karaca adlı birinin sadâsını hiç işitmemiş olsaydık, musikimizin geleneksel anlamda nasıl bir üslûp ve tavırda olduğunu anlamak veya hissedebilmek açısından önemli bir imkândan mahrum kalacaktık, veya işimiz çok zorlaşacaktı. Kâni Karaca bu musikinin “gelenek” ana ekseni dikkate alındığı takdirde en köklü sesidir. O kadar önemli.

Bu önemin ne kadar farkında olabildik? “Biz”den kasıt milli bir çerçeve çizmek değil; bütün insanlık, bütün sanat, özellikle de musiki tarihi anlamında… “Kâni Karaca’yı bu dünya anlayamadı” diye bir yargıda bulunacak değiliz. Çünkü bu çok haksız bir yaklaşım olur. Mesele şu ki, Kâni Karaca gibi büyük sanatkârlar, zaten büyük kalabalıklar tarafından anlaşılamaz, bu da normaldir. Anlayan anlamıştır; kesin olan bu.

Hem ulusal anlamda, hem uluslararası anlamda, bütünüyle değilse bile, Kâni Karaca’nın ifade ettiği mânâyı kavrayabilenler de, önemini hissedebilenler de olmuştur ve bunların sayısı büyük olmasa da olması gereken kadardır. Yoksa son derece dejenere olmuş bir kültürel ortamda, onu dünyanın dört bir yanından sanatını icra etmek üzere niçin çağırsınlar? Niçin plaklara okutup sesini kaydetsinler? Niçin kendi basınımızdan çok yabancı basında adından söz ettirmiş olsun? Adı bile anılmayabilirdi.

Kâni Karaca’nın önemini anlatabilmek, ciddi boyutta bir çalışmayı gerektirir. Burada yapmak istediğimiz elbette ki bu değil. Muradımız, bir büyük ustayı, adının bizde çağrıştırdığı boyutun biraz daha dışında, bize görünen tarafından farklı olarak, daha özgül bir boyutta mercek altına alabilmek; tanımaya çalışmak… Onu gerçek anlamda tanıyabilmemizi sağlayacak bazı ipuçlarını, soracağımız sorulara alacağımız cevaplarla elde etmeyi başarabilirsek, amacımıza yaklaşmış olacağız.

Öyleyse lüzumsuz alçakgönüllülüğe hiç gerek yok ki, siz sayın misafirlerimiz ve biz, şu anda önemli bir iş yapıyoruz. Zira, tarihe çok önemli bir not düşüyoruz. Farkında olalım olmayalım, bugün burada dinleyeceklerimiz, tarihi bir hazine niteliğinde olacaktır. Ömrü olan görecek ki, günün birinde, üstâd Kâni Karaca’nın bugün anlattıkları, yarının dünyasında önemsenmemesi mümkün olamayacak kadar değerli sayılacaktır.

Bu vesileyle teşrifiniz için teşekkür ederek derin saygılarımı sunuyor ve tarihe tanıklık edecek olmanız bakımından bir ayrıcalığa eriştiğimizin de altını çizmek istiyorum.(M.G.)

MÜLAKAT METNİ ** (26 Mart 2002 İstanbul)

MENMET GÜNTEKİN : Efendim, uzunca bir girişten sonra nihayet sohbetimize başlıyoruz. Bazı sorular hazırladım. Size yönelteceğim, ama içlerinden bazılarına cevap vermek istemeyebilirsiniz…

KÂNİ KARACA : Evet…

M.G - Sebep ne olursa olsun, onları cevapsız da bırakabilirsiniz…
K.K - Tabii tabii… Evet…

M.G. - Ama ben sorularımı, size hazırladığım şekliyle somak istiyorum…
K.K. - Evet canım…Vallahi, bildiğim bir şey varsa, dilim döndüğü kadar işte…

M.G. -Estağfirullah…
Sizi memnun edebilirsem benim için şereftir.

M.G. -Teşekkür ederiz. O şeref bize ait. Bir insanın hayatında tabii ki çocukluk dönemi temel teşkil ettiği için, çocukluğunuzdan başlayarak dinlemek isteriz.
Hay hay…

M.G. -Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Nerede doğdunuz? Nasıl bir ailenin çocuğuydunuz? Lûtfederseniz bunlarla başlayalım.
Efendim, dilim döndüğü kadar şöyle arzedeyim… Bendeniz, Adana’nın Adalı köyünde dünyaya geldim. Küçükken… İşte… Şu veya bu şekilde… Doğduktan sonra… Gözlerimi kaybettim…

M.G. - Ee… Doğuştan değil mi?..
Değil.

M.G. - Sonradan?
Sonradan… O da üç aylıkken… Öyle bir şeydi yani… Ben görmeyi hiç hatırlamam, bilmem. Yani görmek nedir, bilmem. Bu bir göz arızası neticesidir efendim… Öyle, bir hastalık, çiçek, trahom, vesaire falan gibi değil de gözümde bir arıza meydana çıkıyor. O zamanki duruma göre köyden şehre gitmek, doktor aramak imkânı kısıtlı… Birtakım kocakarı ilâçlarına başvuruyorlar. Birtakım saçmasapan ilâçlar… Tabii bu fayda etmiyor. Fayda etmediği gibi daha da kötü ediyor… O zaman zar zor kalkıp kendi imkânları dahilinde şehre, doktora götürüyorlar. Bir şey mi var?!

M.G. - Hayır efendim; su için işaret ettim. Siz lûtfen buyurunuz.
Derken, doktor, muayenesinde demiş ki, “Bunun gözünün açılmasına imkân yok!” O zamanın tekniği yetersizdi belki…

M.G. - Hocam, yalnız, bir şeyi anlayamadım. Bir hastalık filan değil dediniz…
Evet.

M.G. - Bir kaza mı, yoksa bir kasıt mı var? Yoksa açıklamak istemediğiniz bir şey mi var?

Vallahi onu da şöyle arzedeyim. (uzunca bir sessizlik… Yüz hatları belirgin şekilde geriliyor) Benim rahmetli babam, iki kadınla evlenmiş. Bunlardan bir tanesi üvey annem, diğeri de öz annem. Annem, ikinci karısı. Üvey annemin kız çocukları dünyaya geliyor. O vakitlerde erkek çocuk önemli… Erkek çocuk olmayınca babam annemle evleniyor…

M.G. - Ve siz dünyaya geliyorsunuz…
Evet, ben dünyaya geliyorum. Ben dünyaya gelince de alâ rivâyetin derler ki, üvey annem benim gözüme kezzap dökmüş…

M.G. - Üvey anne gazabı… Kıskançlık…
Evet kıskançlık neticesinde… Bunu elbette ki babama anlattıklarında, babam aklını kaçıracak gibi oluyor ve tekme tokat anasından doğduğuna pişman ediyor neticede… Ama ne çare?! Zaten aradan iki üç sene geçtikten sonra babam ölmüş. Babam öldükten sonra da bizim o saltanatlı devrimiz bitmiş… Herkes bir tarafa dağılmış, kendi âlemine dalmış…

M.G. - Siz annenizle mi kalıyorsunuz bu arada?
Annemle kalıyorum, ama bu sefer de ne oluyor?.. (uzunca bir duraklama… yüz hatlarında büyük bir gerginlik…) Benim annem, “Bu bana ayak bağıdır… Bunun yüzünden evlenemeyeceğim” gibi bir düşünceyle… (yutkunuyor, yüz hatları daha da geriliyor ve sesi belirgin şekilde titriyor… bir süre duraklıyor…) İşte… Hatta… Beni diri diri mezara gömmeye kalkıyor!.. (burada dik durmaya çalıştığı halde, göstermek istemez gibi, gözlüğünü düzeltmek bahanesiyle yüzündeki yaşları siliyor ve uzunca bir sessizlik… salonda bütün dinleyiciler nefeslerini tutmuş gibi… dinleyenler arasında gözyaşlarını silenler var.)
Efendim affedersiniz… Bu, öz anneniz değil mi? Bir yanlış anlama olmasın diye…
Evet.

M.G. - Hocam, çok dramatik bir şey. Evet?..
Ondan sonra… Bak canım… (sesi nispeten düzeliyor) Ben bunu kimseye anlatmadım… Pek kimseye anlatmadım hiç… Filmde de anlatmadım tabii… (hakkında yapılan belgesel filmi kastediyor) Ben bunu size, sevdiğim için anlatıyorum…
Ben gömülürken köylüler görüp kurtarmışlar… Nihayet benim halam, Allah gani gani rahmet eylesin, bunu duyuyor…

M.G. - Kaç yaşındasınız o zaman?..
O zaman… İşteee… Demek ki üç dört yaşlarında mı neyim… Köylüler görüyorlar, diyorlar ki, “Biz seni rezil ederiz! Seni, gider hükümete haber veririz! Şöyle yaparız, böyle yaparız!” Derken ondan sonra bu tutumundan vazgeçiyor, pişman oluyor. Ve halam da bunu duyuyor; beni himayesine alıyor, en nihayet…

M.G. - Artık size halanız bakmaya başlıyor?..
Evet, halam bakıyor. İşte yine arada sırada üvey annem de gelip bana bakıyor. Pişman olmuş… Kezzap atan o… Gene de bakıyor, ediyor… Biraz onun yanında, biraz halamın yanında, böyle geçimimi sağlarken… Halam diyor ki, hatta halamın kocası da… Diyorlar ki… (duraklıyor… yüzü yine ağlamaklı oluyor…) Onlara Allah rahmet eylesin… Onlar şimdi sağ olsalardı, ben bugün onların ellerini ayaklarını öperdim… Yani beni adam eden onlardı…

M.G. - Allah rahmet eylesin…
Evet… Ondan sonra nihayet diyorlar ki halamla kocası, “Bu çocuk hafız olsun… Öyle şurada, burada, etrafta serseri gibi kalmasın… Şöyle böyle bir tutuma sahip olmasın…” diye düşünüyorlar… Halamların köyünde bir imam vardı… Bu zat da…

M.G. - Abdi Efendi mi?
Yok, hayır… O Abdi Efendi ayrı… Onu da arzedeceğim… Bu zat hem imamdı, hem de saat tamir ederdi. Saatçi Ali Efendi derlerdi.

M.G. - İlk Kur’an hocanız mı bu Saatçi Ali Efendi?
Evet. Halam ve halamın kocası, ki “Gaabanca” deriz, beni onun himayesine verdiler.

M.G. -Kaç yaşındasınız o zaman?
O zaman… İşte… Demek ki altı yedi yaşında filanım… Orada hıfza başladık. Ondan sonra etraf camilerinde mukabele okumaya başladım. Sesimin güzelliği, tabii ki, etrafın nazar-ı dikkatini celbetmiş olacak ki, diyorlar ki: “Bu çocuğu Hacı Şefika Hatun Camii’nin imamı Abdi Efendi’ye verelim; ondan birçok makam öğrensin…”

M.G. - Anlaşılan, musiki bilgisi de var Abdi Efendi’nin?..
Evet, evet, tabii… Musiki bilgisi var, ama öyle nazariyat tarzında değil. Yani teknik bilgi bakımından zayıf. Biraz ney çalmış… Hafız aynı zamanda…

M.G. - Bu, Adana’da oluyor değil mi?
Evet, Adana’da oluyor bu… İşte bu Abdi Efendi’den makamları, nazari olarak değil de pratik olarak… Nasıl arzedeyim, kulaktan… Şu, şu makamdır. İşte, zemini şudur, şurası zemandır, şöyle yapılır, burada meyânı böyle yapacaksın, şurada segâh açacaksın… diye ağzıyla tarif ederdi. Hatta Kur’an’da da okuyarak tatbik eder, gösterirdi bana.
Sonra nihayet, bizim Adana’nın bir Türkocağı var, orada arada sırada konserler verilirdi. Amatör musikişinaslar vardı. Klarnetçi Ali Bakır, Kemanî Galip Ongün… Galip Ongün ölmüş, yakın zamanda duydum. Onlar bana önderlik ederlerdi, sağda solda konserler verirdik. Adana’nın camilerinde mukabele okurken, ileri gelen işadamları, “Yahu” dediler, “bu çocuk buralarda harcanmasın. İstanbul’a yollayalım. Oradaki üstadlardan feyz alsın. Onları tanısın. Hiç olmazsa bir istikbali olur.”

M.G. - Çok güzel, çok isabetli bir düşünce… Dönüm noktası gibi, değil mi hocam?
Evet, evet…

M.G. - Fakat, bu arada bir şey sormak istiyorum…
Söyle canım?..

M.G. - Şimdi, Kur’an hıfzına çalıştınız o aralar… Camilerde mukabeleler… Lâdinî musiki sahasında da Türkocağı gibi yerlerde faaliyetler… Bu arada mevlid tilâveti konusundan hiç söz etmediniz. O başlıbaşına bir ayrı eğitim değil midir? Mevlid konusunda hiçbir çalışmanız olmadı mı?
K.K. - Mevlidde de, o zamanın okuyucularını dinleye dinleye… Hüdâinâbit diyelim, bazı tavırlar elde ettim. Başladım mevlid okumaya. Tarsus’ta, Mersin’de, şurada burada… Millet tuttu okuyuşumu yani… Her yerden çağırdılar. İşte o esnada dediler ki büyükler, “Biz bunu İstanbul’a gönderelim. İstanbul’da birçok tanıdık üstadlar var… Onlarla düşsün kalksın… Tanısın…”

M.G. - İstanbul’a hangi tarihte geldiniz hocam?
50’de.

M.G. -1950…
Evet canım.

M.G. - Geldiğiniz bir adres, bir kişi var mıydı? Nereye, kime geldiniz?
K.K. - O da şöyle oldu… O zamanın Adanalı ileri gelen işadamlarından Mustafa Özgür, İstanbul’daki evinde, kendi kulübesinde bana bir yer gösterdi. Bir de adam tahsis etti. Adı Kemal idi. O, beni İstanbul’un camilerine götürür getirirdi. Bilmiyorum, sağ mı, öldü mü? O epey benimle uğraştı. Epey oldu… Sene 1950’de oluyor bu…

M.G. - 52 sene geçmiş… Evet…
İstanbul’a geldim… Bana yer veren Mustafa Özgür, zamanın büyük işadamlarından… Sakıp Sabancı gibi, Nuri Has gibi, Nuh Naci gibi yani… İleri gelenlerden, bir de Halk Partisi’nin il başkanı İbrahim Burduroğlu vardı… Bunlar vasıta oldular. İşte böylece İstanbul’a intikal ettik.

M.G. - Evet efendim… İstanbul’da musiki bakımından ilk kimin rahle-i tedrisine girdiniz?
Şimdi onu arzedeyim… Mustafa Özgür’ün bir ahbabı varmış: kereste tüccarı, Kayserili İbrahim Büyükçopur. Ona demiş ki, “İbrahim, ben bir işe el attım. Şu çocuğu İstanbul’a getirdim. Bir hevesi var. Onu bir dinle, eğer münasipse, buradaki üstadlarla tanıştıralım. Kabiliyeti yoksa söyle, gerisin geri memlekete yollayalım.”
O İbrahim Bey, Allah rahmet eylesin, o da öldü, öyle bir zat idi ki, benim diyen hocalara öyle sualler açar ve yanıltırdı ki, o kadar olsun! Birçok büyük hocalara yetişmiş, faydalanmış…

M.G. - Ne husustaydı bilgisi? Dinî bahislerde miydi?
Evet evet… Dinî bahislerde. Benim ilk hocamın durumunu da şöyle arzedeyim… Beni hıfza çalıştıran hocam… O da bilgiliydi.

M.G. - Saatçi Ali Efendi mi?
Evet. O, Sultan Hamid’in huzurunda da bulunmuş. Köyde birçok talebe yetiştirmiş. Yetiştirdiği talebeler bir memuriyete girmek için Adana’ya gidip imtihanlara başvurduklarında kendilerine, “Yahu, siz hangi üniversiteden mezun oldunuz?” diye sorarlarmış! Ali Efendi’nin talebesi bu… Yani adam köy imamı ve basit bir hayatı var… Öyle bir zat. Ama boş değil.

M.G. -Yetişmiş… Kendini yetiştirmiş demek ki?..
Evet canım, evet… Bana da ezberden, ilkokul seviyesinde bazı şeyleri öğretti. Çünkü okula gidemedim, gidemezdim… Hatta yeni Türkçenin harflerine de başlattı, öğretti.

M.G. - Sonra ilerlettiniz mi, tamamen öğrendiniz mi?
Evet öğrendim. Hatta öteki çocuklardan daha çabuk öğrenir, daha çabuk ezberlerdim. Çocuklara kızar, derdi ki, “Bak, görüyor musunuz? Sizin de onun gibi olmanız lâzım!” Allah rahmet eylesin, iyi adamdı.

M.G. - Evet efendim… İstanbul’da ilk musiki derslerini aldığınız hocanız kimdi diye sormuştum…
İbrahim Büyükçopur’la tanıştıktan sonra ona, “Hacı Ağabey, beni Sadeddin Kaynak’la ve Hafız Ali Efendi ile tanıştır” dedim.

M.G. - Hafız Ali Efendi?..
Yeraltı Camii imamı…

M.G. - Üsküdarlı Ali Efendi.
K.K. - Evet, o. Bilhassa Sadeddin Kaynak’tan meşk edeyim istedim. Hiç olmazsa musiki bilgimi ondan ilerletmiş olurum diye düşündüm. Beni alıp evvela Ali Efendi’ye götürdü. Ali Efendi önce bana bir aşır okuttu. Onun öyle musiki nazariyatı filan yoktu, ama makamları nazariyat biliyormuş gibi tam sıhhatlice gösterir, kullanırdı. Kur’an bilgisi ve Kur’an nazariyatı ise ayrı bir mesele… Onda da çok âlim bir zattı. İşte bu Ali Efendi beni dinledi, başladık Kur’an’ın nazariyatına, talimine… Bundan başka bir de Kur’an’ı okuma tarzı var tabii ki; o da ayrı bir iş… Mesela “Asım Kıraati” deriz, bu şimdi okuduğumuz normal kıraattir. “Rivâyet-i Hafz” denir. Bugün piyasada duyduğumuz okuma tarzıdır. Bir de ‘Kurralık Kıraati’ var; muhtelif imamların okudukları tarzlar… Kimisi bir elif miktarı uzatır… Kimisi üstünü esre okur… Kimisi esreyi üstün okur… Kimisi vasıl yapar… Kimisi sekt yapar… Efendim, kimisi idgâm yapar, bazı ayetlerden… Yani efendim, hiç yapılmayacak şeyler… Onlar değişik tarzlar… Buna da ‘ilmî kıraat’ deniyor.
Tarîkimiz Mısır tarîki… Mesleğimiz Şeyh Atâullah diye, o tarz üzre derslere başladık. Bir de zaten ayrıca İstanbul tarîki okunan ayetler biraz daha mufassal, yani teferruatlı ama Mısır tarîki daha münderic olmuş vaziyette.

M.G. - Mısır tarîki dediğiniz, Arap tarzı mı oluyor? Öyle mi anlamamız lâzım?
Yo, Arap tarzı değil. Şimdi, o şöyle: İstanbul tarîkinde, “tûl - tavassut - kasr”, yani “tûl”, yani uzun… Mesela “Ââââmenûûûû”… Bir de “Ââmenûû”; buna ‘tavassut’, yani orta denir. Bir de “Âmenû”; buna da ‘kasr’, yani kısa diyoruz. İstanbul tarîkinde öyle.

M.G. - Uzatmalar yani…
Uzatmalar, evet…

M.G. - Yani uzatmanın miktarının ne kadar olacağı hususundaki farklılıklar tarzları oluşturuyor…
Evet, evet…. Tabii… Ve “Eimme-i Kurrâ” diyoruz. On İmam vardır. Her imamın da ikişer râvisi vardır. Bir de “tayyîbe” diye bir şey vardır. Arapça beyit. O da okunan âyetlerin hangi tarzda okunacaksa, yani hangi imam hangi tarzda okuyor; sekt mi yapıyor, bir elif miktarı mı çekiyor, beş elif miktarı mı çekiyor?.. Zaten efendim, kıraatta beş elif miktarından fazla çekmek yoktur: Bir – iki – üç –dört – beş şeklinde yani…

M.G. - Üst sınır beş elif miktarı yani?..
Evet.

M.G. - Hocam, Üsküdarlı Ali Efendi, size hangi tarzı meşk etmiş oldu?
“Üsküdar tavrı”nı. Evet, onun okuduğu “Üsküdar tavrı”dır.

M.G. - “Üsküdar tavrı”nın ne gibi ayırt edici özellikleri var?
O tavırda kelimeler yayılmaz. Yani şöyle ifade edeyim: Bir okuma tarzı vardır ki, bazıları, hoca önünde tâlim eder gibi, yayarak, abartarak Kur’an okurlar…

M.G. - Bir örnekleme ile anlatırsak?..
Hay hay efendim… Eûzü Besmele’yi ele alalım meselâ… (tâlim okur gibi yaya yaya, hece hece ve hecelere abartılı vurgularla okuyor). Bir de şöyle okuyayım… (makamlı, çok güzel ve ustaca besmele çekiyor).

M.G. - Şimdi bunların birincisi hangi tazdaydı, ikincisi hangi tarzdaydı?
Birincisinde, hoca önünde tâlim okur gibi okunuyor. İkincisi ise normal vaziyette…

M.G. - Yani olması gerektiği gibi olan ikincisi…
Evet… Diyelim ki Uşşak makamından başlayacak… (uşşak makamıyla bir besmeleye başlıyor ve yarısına kadar geliyor.) Sonra şöyle devam eder… (besmeleye yarısından itibaren devam ediyor ve bitiriyor) İşte bu Uşşak oldu şimdi. Bunu ister Hicaz yap, ister Hüseynî yap, ister Rast yap… Böyle okunursa, yani Üsküdar tarzında okunursa, kelimeler daha âhım şâhım vaziyette yerine oturur… İstanbul’un eski tarzı Üsküdar tarzıdır. “Hoca önünde talim okur gibi” dedik ya?.. Yani şöyle: ĞulhüWWALLaaaahü eĞKHad!..” diye okurlar!.. Kaf patlasın, ayın çatlasın!.. Bu tarzda okumalar var; güzel gelmiyor. Halbuki Üsküdar tarzında hem makam belirleniyor, hurufat tam yerinden, lüzumsuz abartmadan çıkıyor, dinleyen daha hoşlanarak dinliyor, hem de bize ait o tavır idame ettirilmiş oluyor. İstanbul’un tavrı Üsküdar tavrıdır.

M.G. - Peki, Arap tavrı nedir?
Haa, Arap tavrı da ayrı…

M.G. - Nedir, nasıldır o tavır? Siz aslında onu da iyi okurmuşsunuz. Hatta bununla ilgili anekdotlar duydum ben…
Onu da arzedeyim… Şimdi Arap tarzı… Meselâ… (“Felâ ve rabbüke lâ yü’minûne hattâ yü hakkîmuke fimâ şecerâ beynehüm…” diye okuyarak tarif ediyor. Nisa Suresi 65.Ayet) Efendim, bu tavrı da bendeniz gençliğimde, Adana’da hıfza çalışırken, bir yandan da Arap radyolarını dinleye dinleye aldım. Bu feyzi de radyolardan aldık yani…

M.G. - Hangi hafızlar okurdu Arap radyolarından? Hatırlıyor musunuz isimlerini? Mesela Mustafa İsmail’i dinlediniz mi?
Söyleyeyim… Eş-şeyh Muhammed Ferîdî Sencûrî, Eş-şeyh Kâmil Yûsufi’l Behtimî, Eş-şeyh Ahmed Süleyman Sâdâdî, Eş-şeyh Muhammed Süleyman Tantavî, Eş-şeyh Mahmud Halil Bannâ, Eş-şeyh Mahmud Hâbil Fosârî, Eş-şeyh Abdülfettah Şâşâî… Sonra, Eş-şeyh Mansûrî Şâmî Dâmen Hûrî…

M.G. - Mısırlı mı idi bunlar?
Kimi Mısır’dan, kimi Ürdün’den… Bir zaman, Eş-şeyh Muhammed Ferîdî Sencûrî Ürdün’den okurdu. Eş-şeyh Edûbu’t-târifî, Eş-şeyh Muhammed Hasânü’s-safâ… Daha çok isimleri dinledim. Şimdi saysam epey sürer.

M.G. - Hafızanıza sağlık hocam… Bunlar kaydediliyor değil mi teypçi arkadaş?! Aman ha! Kaydediliyor diye not almıyoruz! Yanarız alimallah! Bir daha nereden, kimden öğreneceğiz bunları? Hocam, şimdi sohbetimize devam etmeden evvel, değerli konuklarımıza, çok eski yıllardan, İstanbul’a ilk geldiğiniz dönemlerden bir kaydınızı dinleteceğiz. Sürpriz bir taksim var başında… Bir de atmosferi ortaya çıkarmak için ışıkları da kapatalım, şu mavi ışık huzmesi yeter hocamızı dinlerken bize şimdi… En az elli senelik kayıtlardır… Çok temiz kayıtlar… Sunuşuyla beraber dinleyeceğiz… İşte yarım yüzyıl öncesinin İstanbul Radyosu…

(sunuş konuşması başlıyor…)
K.K. - Bu Mesut Cemil!..

(Mesut Cemil konuşuyor…) “Kâni Karaca, ondokuzuncu asrın ikinci yarısı Türk bestecilerinden Hacı Faik Bey’in Tâhirbûselik makamında dev eserini okuyacaktır. Eserler, bestelenmiş olduğu tarihten beri ilk defa olarak okunmaktadır. Türkiye’nin herhangi bir yerinde…”

K.K. - O zaman TRT yoktu zaten…

(Mesut Cemil’in sunuşu devam ediyor…) “… Kâni Karaca’ya sazlarıyla Vecihe Daryal, Cevdet Çağla, Nİyazi Sayın ve Necdet Yaşar refakat ediyorlar. Kudüm ikalarını vurmak suretiyle programı tertîb etmiş olan Sâdeddin Heper de birliği idare etmektedir. Program, Tâhirbûselik makamında Hacı Fâik Bey’in iki beste ve iki semâîsidir. Necdet Yaşar’ın bir tanbur taksîminden sonra, Zencîr ikaındaki birinci beste çalınacaktır: Açıldı bahçe-i reng ü bûda yâr bahâr…”

(Tanbur taksimi başlıyor…)

(Mesut Cemil’in sunuşu devam ediyor…) “Programın son parçası: Her zulm ü cefâda yine âteşlere yandım…”
YÜrük Semai…
(Mesut Cemil’in sunuşu devam ediyor…) “Yürük Semâî’nin güftesinin, Fâik Bey’in kendi şâirâne tabiatından çıktığı anlaşılıyor. Son mısraında da kendi ismini zikrediyor.
(Kâni Karaca’nın sesinden eser başlıyor…)
Evet, dinledik…

(Bir dinleyici): Mehmet Bey, bir şey sorabilir miyim?
M.G. - Elbette, buyurun?..

Gerçi Mesut Cemil anonsta dört kişi saydı ama, kendisi de çalanlar arasında mıydı?

M.G. - Evet, vardı…
Viyolonselde?..

M.G. - Evet viyolonsel çalıyordu.
Kendisini takdim etmedi. Sadece katıldı… Yani, saz olarak…
M.G. - Sebebini tam bilemiyorum ama, Mesut Cemil idari konumundan dolayı mıdır acaba, hocam daha iyi bilir, yanlış bir ifademiz olursa düzeltebilir…

K.K. Estağfirullah…
M.G. - Mesut Cemil, radyonun her şeyi… Bir kere radyonun en başındaki yönetici… O zaman TRT filan yok…
Radyo’nun müdürü…

M.G. - İstanbul Radyosu’nun müdürü. Bütün musiki türlerini birden icra ediyor, içlerinde icracı olarak da bulunuyor. Batı müziği, klasik Türk musikisi, halk musikimiz… Çellosuyla batı müziği… Tanburuyla veya kemençesiyle veya yine çellosuyla klasik Türk musikisi… Sonra alıyor bağlamayı eline, halk müziği çalıyor… Aynı zamanda başspiker zaten; sunuşları da yapıyor. Böyle her yerde adının geçmesinden dolayı bir mahviyetkârlıkta bulunmuş olabilir, anonsta da kendini zikretmemiştir diye düşünüyorum. Ne dersiniz hocam? Olabilir mi böyle bir şey?

K.K. - Evet evet… Muhakkak!.. Şimdi hatırladım da, bazı takımları okuduğum zaman, meselâ bir Sultânîarak takımı okumuştum, viyolonseliyle eşlik etti, ama ismini ‘Saide Çeren’ olarak anons etmişti…

M.G. - Evet, annesinin adını kullanmış yani…
Evet evet…
M.G. - Annesi Saide Hanım…
(Aynı dinleyici): Yasal bir engel mi vardı? Onu öğrenmek istemiştim…

M.G. - Sanmam efendim… Orada görevli zaten; yasal engel yoktur.
K.K. - Yoo, yasal engel değil de, çok programa iştirak ettiği için, “Burada da ismim geçmesin” diyordur… Meselâ Alâeddin Yavaşca’ya da çalardı, hatırlıyorum, onlarda da adı ‘Saide Çeren’ diye geçer.

M.G. - Evet, annesinin adını müstear isim olarak kullanmış demek ki… Şimdi, sevgili hocam… Kaldığımız yerden devam edecek olursak… Sizin, bu Kur’an tilâveti tavırlarının içinden, Üsküdar tavrından yetiştiğinizi öğrenmiş olduk. Ama Arap tarzını da çocukluğunuzdan itibaren radyolara kulak vererek kapmış oldunuz…
K.K. - Hıfza çalışırken radyoları çok dinlerdim. Çok faydası oldu. Hoca gibi oldu bana radyo… Bakın, o hafızların isimleri bile hâlâ aklımda kalmış… Okuyuşlarını, tavırlarını hiç unutmadım. Hâlâ hafızamdadır. Takip ederdim daima.

M.G. - Üsküdar tavrının en kuvvetli temsilcisi, hocanız Ali Efendi miydi?
Eveeet, evet! Zaten soyadı da Üsküdarlı. Hafız Ali Üsküdarlı.

M.G. - Onun ardından size geçti diyebilir miyiz bu okuyuş üslûbu? Hatta bir tek sizi biliyorum devam ettiren…
Eee… Vallahi… Eee… Hemen hemen yok bu tarz… Evet…

M.G. - Peki, sizin, bu tarzı meşk ederek aktardığınız birileri var mı?
Yok… Yok, canım…

M.G. - Yok mu?! Son temsilci sizsiniz yani?..
K.K- Vaziyet onu gösteriyor. Çünkü… Merak yok… Evet, İstanbul’da birçok okuyan var. Güzel okuyan… Ehl-i Kur’an, çok… Yani onların da kendilerine has bir okuyuş tarzları var. Tecvîdi, talimi, tabii umumiyetle güzel… Ama tavır, o tavır değil… İşte biraz evvel arzettiğim gibi, birçokları ‘Hoca önünde talim okur gibi’ kaf patlasın, ayın çatlasın; böyle “Wwe ĞĞAAlûuuu” diye okurlar!.. Ama tabii ki acemilik demek istemiyorum; gene iyi Kur’an okuyanlar var…

M.G. - Hocam, mesela iyi Kur’an okuyanlardan birkaç örnek vermemiz icap ederse, hangi isimleri sayabiliriz?
K.K- Mesela bakın isimlerini vereyim: Muharrem Aslantürk, Fatih Çollak… Efendim, Ramazan Pakdil… Eee, efendime söyleyeyim… Piyasada da popüler olmuş Fevzi Mısır var, Aziz Bahriyeli var… Umumiyetle iyi okur. Musikiye kulağı yatkındır. İyi bir tavrı var. Daha eskiden de iyi okuyan birçok kimse vardı. Mesela Esat Gerede… Allah rahmet eylesin, iyi okurdu. Hafız değildi, hıfzı yoktu, ama iyi okurdu.

M.G. - Sevgili hocam, Sadeddin Kaynak… Sizin hayatınız için Sadeddin Kaynak, üstünde durulmaya değer bir isim galiba; değil mi?
K.K. - Tabii… Şimdi onu arzedeceğim… Biraz evvel anlattığım İbrahim Büyükçopur, Sadeddin hocamla tanıştırdı beni. Hafız Ali Efendi’yle tanıştırdığı gibi… Fakat bu iki hocamın birbirlerine öyle bir düşmanlığı vardı ki, anlatılmaz!..

M.G. - Öyle mi?!
Öfff! Hem de nasıl! O, onun aleyhinde; o, onun aleyhinde!..

M.G. - Yani anlaşılan, birbirlerinin gıyabında çok “iltifat” ediyorlardır!..
Ne diyorsuuun?! (kahkahalar…) Neee diyorsuuuun?! (uzun kahkahalar…) O ona affedersiniz işte bilmem ne Ali… Öteki ona işte efendim bilmem ne falan filan… Şimdi burada söylenmez bunlar… (kahkahalar…)

M.G. - Tabii efendim, şimdi burada şey yapmayalım değil mi?.. (kahkahalar…)
Kardeşlerimizin huzurunda biraz kaba olur, evet… Birbirlerinin aleyhinde, olmayacak, ağza alınmayacak bazı sözler… Ben onları nasıl idare ederdim, nasıl?.. Aman… Bir Allah bilir, bir de ben bilirim!..

M.G. - Kızmıyorlar mıydı size, “Ona niye gidiyorsun?” diye? “Ya o, ya ben” filan gibi dayatmalarla karşılaşmadınız mı?
Duuur! Anlatacağıııım! Ona mahal bırakmadım… Çünkü Sadeddin Kaynak’tan meşkettiğim esnada Ali Efendi’den de Kur’an talim ediyorum, fakat kalkıp da öyle gevezelik filan etmiyorum. Boşboğazlık yok… Birbirlerinin aleyhinde olduklarını biliyorum çünkü… Onun için ötekine de gittiğimi hiç belli etmiyordum.
Ama bir gün Hafız Ali Efendi bana: “Bana bak Kâniiii! Sen, hem beni, hem de onu idare ediyorsun! Ben işin farkındayım, ama seni sevdiğim için sesimi çıkarmıyorum, haberin olsun!” demesin mi?! Meğer işin farkındaymış, ama sesini çıkarmadı. Allah rahmet eylesin. Nasıl idare ettim Allah bilir! Tek, bunlardan feyz alayım, istifade edeyim… Memleketimden kalkmışım, koskoca İstanbul’a gelmişim. Ne o? “İstanbul’a gitti de bir şey öğrenemeden geri geldi” dedirtir miyim? O korku itelemiştir beni.

M.G. - İstifade etmişsiniz efendim. Hem de bu kadar olur ancak. En iyisini yapmışsınız; ortada. Sadeddin Kaynak, size meşk ettiği sıralarda kaç yaşlarındaydı?
Yaşlıydı. Genç değildi. Sesi iyice falso haldeydi çünkü. “Aman” derdim! “Hocam” derdim, “Şu eserin notasını bana okur musunuz?” Notayla okutturup eseri anlamaya çalışırdım. Yoksa zordu.

M.G. - Doğrudan icra etse, eser anlaşılamıyor muydu? Okuyuşundan mı?
Evet evet… Doğrudan okuduğu zaman anlayamazdım. Falsoydu. Bir “la” bassa, la mıdır, si bemol müdür, segâh mıdır, ne olduğu belli olmazdı. Bir örnek vereyim: (ağzıyla do – re – do – si – si – la – la şeklinde bir seyir yapıyor.) laaa… Bu, normal dügâh şimdi… (Sadeddin Kaynak’ı taklit ederek “Ey âşık-ı sâdıklar”ın girişini okuyor ve dügâh perdesine geliyor…) Perde gitti!.. Ama tabii, gençliğinde öyle okumazmış.

M.G. - Tabii… Gençlikte okuduğu plaklar var. Geçirdiği rahatsızlıklar filan etkilemiş olabilir.
Tabii. “Aman hocam” derdim… “Bana bunun notasını okusanız…” O zaman la – la – do – si – re – do filan diye okurdu, eseri öyle anlardım… Sadeddin Heper hocamın sesi de öyle falsoydu.

M.G. - Hocam, Sadeddin Heper deyince aklıma geldi… Sadeddin Kaynak bir felç vak’ası geçiriyor…
Evet, evet, evet…

M.G. - O zaman Heper’e demiş ki, “Bana emr-i Hakk vâki olursa Kâni sana emanettir.” Bu doğru mudur?
Evet. Fakat felç geçirmeden önce söylediydi. O zaman, Kaynak hocamın Taksim Sıraselviler’deki evinde meşk ederdik. Heper, bir gün kalktı geldi oraya. Beni Heper’e tanıttı. Şuradan buradan sohbet edilirken, döndü bana dedi ki, “Bak evlâdım, bana bir emr-i Hakk vâki olursa seni bu zata emanet ediyorum. Bu zat benden daha bilgilidir.” Aynen böyle konuştu.

M.G. - Efendim, Sadeddin Kaynak İstanbul doğumlu olmasına rağmen, ailesinin memleketi olan Rize’nin şivesine kendini kaptırdığı da olurmuş. Doğma büyüme İstanbullu olmasına rağmen, sinirlendiği zaman konuşması değişiverir, mesela “geldiğim gibi” yerine “celduğum cibi” deyiverirmiş! Öyle miydi? O şive hemen ortaya çıkar mıydı?
(kahkaha atıyor…) Evet evet. “Celduğum cibi” derdi evet… Arada sırada kaçırırdı böyle konuşurken…
Tanışmamız da şöyle oldu kendisiyle… O zaman Yeni Cami’de mukabele okurdu…

M.G. - Eminönü?..
Evet… Eminönü’ndeki Yani Cami’de mukabele okurdu kendisi. İbrahim ağabey (Büyükçopur) beni alıp oraya götürdü. Mukabele okuyordu, dinledik. Sonra İbrahim ağabey dedi ki, “Sana bir hafız getirdim. Bunu bir dinle, eğer kabiliyetini münasip görürsen himayene almanı rica ediyorum.”
M.G. - Hocam, affedersiniz… Söyleyeceğinizi unutmayın… Sadeddin Kaynak’ın Yeni Cami’de mukabele okuduğunu söylemiştiniz… Orada görevli olduğunu hiç duymamıştık. Sultanahmet’te, Sultanselim’de görev aldığını bilirdik…
K.K - Tabii, tabii… Asıl görev yerleri Sultanahmet’le Sultanselim’dir… Yeni Cami’de ramazan aylarında mukabele okurdu sadece…

M.G. - Yani sadece ramazan ayına mahsus olarak…
Evet, evet… Sadeddin hocam, İbrahim ağabeyin o takdimi üzerine, “Bir aşır okusun bana” dedi. Okudum, dinledi. Hatta ardından da onun bir okumasını aynen taklit ederek okudum. Bu çok hoşuna gitti, güldü… İbrahim ağabey’e cevap olarak da, “Sen bunu bayramdan sonra al, Sıraselviler’deki evime getir” dedi.

M.G. - İlk karşılaşmanız o gün müydü?
Evet. İlk o gün tanıştık. Sonra bayram ertesi Sıraselviler’deki evine gittik. İlk olarak, bestelediği ilk ilahisini, Şehnaz ilahiyi meşk etti bana.

M.G. - Hangisidir o ilahi hocam?..
“Bana bu ten gerekmez can gerektir”… Ardından da bir Nühüft durağı meşk etti. Bestesi Ali Şîrüganî’nin…

M.G. - Durak mı?
Evet. Güftesi de Niyâzî-i Mısrî’nin… “Halk içre bir âyineyem herkes bakar bir ân görür / Her ne görür kendi yüzün ger yahşî ger yamân görür”… İşte böyle bir durak… Makam Nühüft…

M.G. - Nadide bir makam…
Evet… Zaten bu makam, mâlûmuâliniz, piyasada öyle pek okunmaz… Nadir kullanılan bir makamdır. Rûyiırak gibi… Sipihr gibi… Vesaire… Öyle pek kullanılmaz. O makamdan mesela Tanburî Ali Efendi’nin bir bestesi var: “Merdüm-i dîdeme…” Nadirdir… Bir vesileyle okumuştum onları. Radyo’da kayda alınmıştı. Sadeddin Heper hocam da kudümle refakat etmişti…

M.G. - Hocam, bu nadide makamlardan konu açılınca… Bu makamlarla ilgili nerede bir satır yazı varsa, hemen hepsinde adınız geçer. Veya sizin adınızdan bahsedilen hemen her yazıda bu nadide makamlardan muhakkak bahsedilir. Günümüzde pek tedavülde olmayan, çok icra edilmeyen, eser sayısı da çok az olan makamlar konusunda bir müracaat mercii olduğunuz, o eserler üzerine repertuvarınızın çok kuvvetli olduğu, en önemli hususiyetlerinizden biri olarak kaydedilir. Bu eserleri, bu makamları nasıl, ne vesileyle öğrendiniz? Sizi bu meraka ne sevketti?
K.K - Efendim, bu da şöyle oldu… Bir gün Sadeddin Kaynak hocama dedim ki, “Hocam, ben bir kâr-ı nâtık işittim: ‘Rast getirip fend ile seyretti hümâyı’ diye bir kâr-ı nâtık… Bunu bana meşk eder misiniz?”

M.G. - Dede Efendi’nin, 24 makamlı kâr-ı nâtık’ı…
Evet… Dedi ki, “Oğlum, o eser, bir makamın zemini, zemanı, seyri tam bitmeden bir başka makamın seyrine geçiyor… Ben sana öyle bir kâr-ı nâtık meşk edeceğim ki, bir makamın zemini, zemanı, meyanı, ne varsa o eserde mevcut… Ve Ahmed Avni Bey’in (Konuk) 119 makamı ihtiva eden kâr-ı nâtıkını bana meşketti.

M.G. - Hocam, burada misafirlerimize ufak bir açıklamada bulunabilir miyim? Burada kendi kendimize konuşuyor gibi olmayalım. Bilmeyenler için izah etmiş olalım… Kâr-ı nâtık ne demektir? Kelime anlamı olarak “konuşan kâr” demektir. Eserin güftesinde, her mısrada veya her beyitte bir makamın adı geçer. O mısra veya beyit, adı geçen makamdan bestelenmiştir. Diyelim ki “Düştü o dem hâtıra bir beste Rehâvî” mısraı, Rehâvî makamından bestelenir. Veya “Oldu Muhayyer o güzel başladı cevre” mısraının bestelendiği makam Muhayyer’dir, gibi… Niçin Kâr-ı nâtık diye bir form vardır sorusuna cevap olarak iki görüş vardır. Birincisi, bestekârların hünerlerini göstermek için kâr-ı nâtık bestelediklerini söyler. Çünkü bestekârlık tekniği açısından da kolay sayılamayacak bir formdur. Bir başka görüş ise, bu formun didaktik özelliği olduğundan, yani öğretci tarafından dolayı tercih edildiği noktasına işaret ediyor. Hakikaten de bir kâr-ı nâtıkı öğrenmişseniz, içinde kaç makam kullanılmışsa o makamlar hakkında bir fikir edinebilirsiniz. Diyelim ki, 119 makamlı bir kâr-ı nâtıkı öğrenince, o 119 makamdan ayrı ayrı eserler geçmek yerine, tek bir eserin bütünlüğü içinde isim isim o 119 makamın seyrini, tarifini inceleyebiliyorsunuz. Sanki o 119 makamı meşk ederek öğrenmiş gibi olabiliyorsunuz. Denilebilir ki, kâr-ı nâtıklar hakkında bu iki görüş de doğrudur; hem bir bestekâr ustalığını, becerisini göstermiş oluyor, hem de bu formun öğretici özelliğinden faydalanarak öğrencisine makamı tanıtmış oluyor.

K.K - Evet canım… Türk musikisinin alfabesi…
M.G. - Alfabesi, evet… Çok güzel buldunuz… Siz bu eseri Sadeddin hocaların hangisinden; Kaynak’tan mı yoksa Heper’den mi meşk etmiştiniz?
K.K - Kaynak’tan… Sonra, başka bir kâr-ı nâtık daha meşk ettim; onu da Heper hocamdan… Hatipzade’nin 15 makam ve 16 usûlden müteşekkil kâr-ı nâtıkı. Onda, sizin buyurduğunuz gibi…

M.G. - Estağfirullah.
… bir mısrada makamın ismi geçmekle beraber, yani o makamın nağmesi örnek olmakla beraber, şiirde ayrıca geçen usûl ismi de bestenin usûlünü teşkil ediyor.
Hem makamı öğretiyor, hem de usûlü yani…
Evet. Meselâ birkaçını örnek vereyim. Beyitte, “Rast geldim mürg-i zâr içre o şûh-ı dil-keşe / Bir usûl ile idüp de Çenber ettim râmını” deniyor. Hem nağme olarak Rast makamını icra ediyor, hem de Çenber usûlünde bestelenmiş olduğu için o usûlün şeklini de ortaya koyuyor.
Çok güzel. Tam öğretici yani… Hem usûl için, hem de makamat için…
Tabii… “Ol Rehâvî nâğme-i dil-sûze âğazeye kim / Def gibi Devr-i Kebîr ile döner çerh-i denî”…
Devr-i Kebîr usûlü ve…
Rehâvî makamı… “Nağme-i Nikrîzden kaçmaz görüp cânâneyi / Bir Hafîf âğaz ile çektim usûle ten teni”. Başka, meselâ… “Ol Nihâvend-i Acem mahbûbuna tenhâca dün / Fârisî bilmez misin dedim Berefşân dâmeni”. Bir tane daha: “Bir Nühüft’e nazâr eyle eyleyen uşşâka nâz / Çekti Zencîr’e kemend-i kâkülü ammâ beni”… İşte böyle gidiyor bu…

M.G. -Hem makam, hem de usûl… Ne güzelmiş…
Evet, hem makam, hem usûl olarak; evet.

M.G. - Hocam, isterseniz şimdi burada yine bir kaydınızı dinleyelim. Bu defaki çok eski değil. Günümüze yakın bir kayıt. Okuduğunuz form, hususen uzmanı olduğunuz bir formdan; yani kaside.
Doğan Ergin’in idaresinde yaptıklarımızdan mı?

M.G. - Orasını tam olarak bilmiyorum.

(Kayıttaki musiki başlar; koro ‘Ey şehr-i nüzûl-i sûre / Bâis oldun çok sürûre’ beytiyle başlayan Sabâ ilâhiyi icra etmekte, Kâni Karaca ise koronun icrası üzerine kasîdeyi doğaçlamaktadır.)

M.G. - Evet, kasideniz burada nihayete erdi. Hocam, şu anda yaklaşık bir saatimiz dolmuş durumda. Hazırladığım soruların yarısını bile soramadan vaktin nasıl da akıp geçti, anlayamadık. Bundan sonraki sorularımızı daha özet biçimde cevaplandırabilirseniz, hem sizi daha az yormuş, hem de daha çok istifade etmiş olacağız.
K.K - Tabii, tabii..

M.G. - Meşk ettiğiniz hocalarınızdan bahsettik…
Daha bahsedecek çoook kimseler var…

M.G. - Başka hocalarınız var, evet…
Nuri Halil Poyraz var… Refik Fersan, Fahire Fersan, Münir Nureddin Selçuk, Arif Sami Toker var… Bunlardan da epey istifade ettim.
Bir de o dönemin musiki meclisleri var… Onlar da önemli… Onlara da katılmışsınız. Bu meclislerin en çok hangilerine katıldınız?
Aaa, evet! Beşiktaş’ta her cuma günü tekrarlanan bir toplantımız vardı. Ama çok zevkli bir toplantı olurdu. Dr. Selahattin Tanur’un idaresinde fasıl okurduk.

M.G. - Kimin evinde toplanırdınız?
Hakkı Süha Gezgin’in evinde…

M.G. - Edebiyatçı Hakkı Süha Bey. Alâeddin Yavaşca’nın liseden edebiyat hocası.
Evet, evet… Onun evinde toplanırdık. Sadece fasıl değildi. Mektep gibiydi.

M.G. - Kaç yıl kadar devam ettiniz o toplantılara?
Aşağı yukarı Hakkı Süha Bey’in ölümüne kadar devam ettik. Yani, öyle bir fasıl meşk ederdik ki, bir şarkıyı kimbilir kaç kere tekrarlardık. Bir besteyi, bir semaiyi kimbilir kaç kere… Nakşolurdu hafızamıza… Bir daha unutmak kabil değil. Sonra, bir de her ayın ilk cumartesileri ayrıca özel bir toplantı olurdu. Ona da birçok çevreden kalburüstü dinleyiciler gelirdi.

M.G. - Bu cumartesi toplantıları da aynı evde mi olurdu, başka bir yerde mi?
Gene aynı evde… Orada hem fasıl okurduk, hem güzel sohbetler olurdu… Hem de efendim (burada belirgin şekilde yutkunuyor) çok güzel pastalar, çörekler, kıymalı börekler yani… Çeşit çeşit!.. (kahkahalar…) Çook güzel yiyecekler ikram edilirdi…

M.G. - Yani, hem ruhun gıdası, hem de midenin gıdası; ikisi bir aradaymış!.. İhmal edilmemiş!..
(kahkahalar…) Evet, evet, evet Baba Sultan! Yani böyle bir toplantımız olurdu!..

M.G. - Hocam, biraz önceki takdimde sesini ve size eşlik ederken sazını dinlediğimiz Mesud Cemil ile ne vesileyle tanıştınız?
Onu da arzedeyim… Daha yeni zamanlarım… Evinde fasıllar geçtiğimiz Hakkı Süha Bey merhum, bir gün, “Oğlum, seni Mesud Cemil’e götüreyim, onunla tanıştırayım. Gerekirse o seni Radyo’da da okutur” filan dedi. “Aman hocam!” dedim. “Acaba Mesud Cemil Bey bana yakınlık gösterir mi?!” Güldü, “Sen o işi bana bırak… Benim talebemdir” dedi. Sonra bir gün aldı beni, Mesud Bey’e götürdü. Tanıştık, ben elini öptüm, hoşbeş, filan… “Evladım, bize bir eser okur musun?” dedi. Utana sıkıla, “Aman hocam!” dedim, “Kusurum olursa lûtfen siz tashih edin. Sizin huzurunuzda okuyacağım!..” Tabii o zaman korkardım, sıkılırdım… Hani, bir pot kırmayayım diye… Ben de tuttum, Nuri Halil Poyraz’dan meşk ettiğim Hicaz Durak’ı okudum. Bitince, “Evlâdım, sen kimden meşk ediyorsun?” diye sordu. “Hocam, Sadeddin Kaynak’tan meşk ediyordum, onun vefatından sonra Sadeddin Heper hocamdan meşk ediyorum” dedim. “Haa, öyle mi?” filan gibi bir karşılık verdi. Meğer Mesud Bey ile Heper’in arasında böyle, ne bileyim, bir kısır çekişme midir, bir tatsızlık varmış. Sebep, musiki… Bir eserin ufak bir teferruatı hakkında mı ne?.. Sadeddin Heper bu çekişme sırasında, Mesud Cemil hakkında Ulunay vasıtasıyla gazetede bir yazı yazdırıyor…

M.G. - Refî Cevat Ulunay… Meşhur gazeteci, yazar…
Evet. Refî Cevat, Heper’in doldurmasıyla bir yazı yazıyor ki, aman Allah! Hani, meşhur bir şarkı vardır: “Yâ Rab kalbimin sahibi nerde” diye başlar… (şarkıyı hatırlatmak için girişini okuyor.) Ulunay yazısında, “Yâ Rab Radyo’nun sahibi nerde?” demiş, Mesud Bey’e de veryansın etmiş! Aleyhinde bir sürü şey… Mesud Bey Radyo’nun başında ya? Anlaşılan, o zamanın radyosunda bu şarkı okundu, böyle bir piyasa şarkısının okunmasından da sorumlu olarak Mesud Bey’i gördüler… Belki de klasikçi oldukları için, “Niye sahip çıkmıyorsun? Ortalık bu şarkılara mı kaldı?” demeye getiriyorlar… O zaman bu yazı üzerine Mesud Bey Konservatuvar’dan istifa etmiş. İşte bu yüzden ben “Heper’in talebesiyim” dediğimde öyle duraklamış. Sadeddin Heper o zamanlar, Beyoğlu Malmüdürlüğü’nde veznedardı. Sadeddin Kaynak hocamın beni kendisiyle tanıştırdığı esnada musikide pek faal bir döneminde değildi. Kendini nispeten geri çektiği bir dönemiydi. Beni tanıdıktan sonra, meşklerimizle musikiye tekrardan başlamış gibi bir durum oldu yani.
Mesud Bey, bir gün Beyoğlu Malmüdürlüğü’ne gidip Sadeddin Heper hocamın odasına girmiş. Heper şaşırmış tabii, çünkü ciddi bir dargınlık var aralarında… Mesud Bey, “Efendim” demiş, “evet, aramızda birtakım tatsızlıklar oldu, limonî vaziyetler geçti, fakat buna bir son vermeliyiz. Kâni adlı bir talebenizle tanıştım, çok beğendim. Ona siz meşk ediyormuşsunuz. Eğer müsaade buyurursanız, sizden meşk ettiği klasik eserleri Radyo’da ona okutturup kaydedelim.” Hocam bir gün bana geldi ve “Mesud Cemil bana geldi, böyle böyle dedi… Sen ne diyorsun?” diye fikrimi sordu. “Vallahi hocam, siz ne buyurursanız ben ona göre hareket ederim. Siz okumamı münasip görüyorsanız emriniz başımın üstüne, ama müsaade etmezseniz kendi kendime nasıl olur da, ille de Radyo’da okuyayım diye öyle bir şeye kalkışırım? Aman hocam, size nasıl öyle saygısızlık ederim?!..” diye cevap verdim. Bana “Tamam!” diyen Heper hocam, Mesud Bey’e olumlu cevap vermiş. Mesud Bey’le bu şekilde barışan Heper hocam Radyo’da okumama müsaade ettiği gibi, musikiye daha fazla vakit ayırmaya da başladı. Mesela yeni meşklerimiz için, büyük bir tevazu göstererek, yaşı benden çok büyük olmasına rağmen bizzat evime gelmeye başladı. Allah rahmet eylesin, hakkını ödeyemem. Okumam için aralarında anlaşan hocalarım, bir gün saat iki buçukta beni radyoya çağırmışlar. Heper hocam beni aldı, kalktık gittik. Ruşen Ferit Kam, Vecihe Daryal, bir de Mesud Bey’in kendisi, sazlarıyla hazır vaziyette bekliyorlar. Stüdyoya girdik, ilk olarak Arif Mehmed Ağa’nın remel ikaındaki Acembûselik Beste’sini okuduk. Ardından da Ahmed Avni Bey’in (Konuk) Rahâtülervâh Takım’ını icra ettik. İşte böyle devam etti bu kayıtlar…

M.G. -Hocam, iyi ki de okumuşsunuz… İyi ki de iki rahmetli üstad inatlarında ısrar etmemişler… İyi ki de Mesud Bey o şık tavrı gösterip, dargın olmalarına rağmen Sadeddin Heper’in ayağına gidip sizin için izin istemiş. Şık tavır diyorum, çünkü sizi ne yapıp edip stüdyoya sokar, okutabilirdi. Ama öyle yapmamış, bu müktesebatınızın mimarı olan meşk hocanıza gidip destur almak istemiş. Bu harika bir sorumluluk tavrı. Heper’in verdiği karşılık da bundan aşağı değil. O da büyük bir sorumluluk örneği vermiş. İşte bütün bu şık tavırlar sayesinde o harika kayıtlar elimizde bugün. Niçin harika? Zira o kayıtlardaki eserlerin birçoğu, programın başında Mesud Bey’in anonsundan da işitildiği gibi ilk kez icra ediliyor. Sizin okuduğunuz o tarihten sonra da pek icra edildiği söylenemez. Varsa bile ya birdir, ya iki, üç… O kadar…
K.K. - Evet Baba Sultan, evet… Şimdi dahasını söyleyeyim… Radyo’da aşağı yukarı yetmiş seksen klasik takım okudum ben… Bunların bazılarını, şimdi ismini söylemeyeyim, o zamanın Radyo’sunun ileri gelenlerinden bir zat diyeyim, kalkıyor, okuduğum o özel plakların üzerine kâğıt yapıştırıp çöpe gönderiyor… Niyazi Sayın görüp muttali oluyor bu rezil vaziyete, geriye kalanları o kurtarıyor. Yoksa şimdi bunları da dinleyemeyecektik!
M.G. - Tam bir cinayet yani! Tabii ki maalesef gidenler de olmuş bu arada herhalde?..
Evet, maalesef!.. Nasıl arzedeyim? Yetmiş seksen takım klasik eser okudum ben orada…

M.G. - “Takım”ı bilmeyen değerli dinleyicilerimiz için açıklayalım sterseniz… Aynı makamdan peşrev, varsa kâr, besteler, ağır ve yürük semaîler ve saz semâîsi… Değil mi hocam?
Evet evet, tabii… Başta ve sonda peşrevle saz semaîsi, birinci beste, ikinci beste, ağır ile yürük olmak üzere iki semai… Böyle okudum yani… Gidenler çöpe gitmiş… Ama işte bunları Niyazi Sayın hoca kurtarmış; bizzat anlattı bana…

M.G. - Allah’tan… İsabet olmuş efendim… Yoksa, maazallah! Evet hocam, devam edersek?..
K.K. - Ne dedik? Sadeddin Kaynak bana meşk ederken felç geçirdi, beni de Sadeddin Heper’e emanet etti… Heper hocamla ilk meşkimiz Kadirî tekkesinde oldu.

M.G. - Cihangir’dekinde mi?
Evet, evet… Tophane’ye inişte… Orada zaten kendilerine mahsus bir koro vardı. Toplanıyorlar, klasik eserleri, mevlevî ayinlerini filan meşk ediyorlardı. Ben de aralarına katıldım. Tabii, bu arada Ali Efendi’ye de devam ediyordum. Hafız Ali Efendi, onu da pek sevmezdi.

M.G. - Kimi? Heper’i mi?
Evet, Heper’i… Hafız Ali Efendi rahmetli de yaşına başına rağmen, hakkını ödeyemem, evime kadar gelip bana meşk ederdi. Bir gün ona dedim ki, “Hocam, sizi Heper hoca ile tanıştırayım, ne dersiniz?” Biraz naz etti, huysuzlandı, ama ısrar edince “Peki bari, gelsin bir gün de tanışalım…” deyiverdi.

M.G. - Fakat hocam, siz de maşallah, hep küskünleri barıştırmak, birbirlerini sevmeyenleri bir araya getirmek gibi hayırlı işlere vesile olmuşsunuz. Ne güzel…
(kahkaha) Eveeeet, evet!.. Bir gün Ali Efendi’yle randevulaştık. Sadeddin Heper hocam ondan evvel geldi, meşke başladık. O gün Zekâi Dede’nin Muhammes usûlündeki “Kâr-ı Gîsû”sunu meşk ediyorduk. “Gönül der-bend-i gîsû-yi muanber olmak istermiş”…

M.G. - O da nadide eserlerden… Pek bilen yoktur…
Evet evet… Müsteâr makamında kâr; Kâr-ı Gîsû… Ali Efendi hocam, tam o eseri okurken geldi. Oturup sessizce dinledi. Meşk bitince, çok beğenmiş olacak ki iltifatkâr sözler söyledi, sonra Heper hocamla kucaklaşıp sohbet ettiler. Sonra da çok iyi dost oldular. Ama efendim, Ali Efendi’nin Kaynak hocamla aralarındaki husumet ne şiddetliymiş ki, Kaynak felç geçirdikten sonra bile birbirlerinin gıyabındaki o nahoş sözler devam etti. O, onun aleyhinde, o, onun aleyhinde…

M.G. - Barıştıramadınız yani onları?..
O da şöyle olmuş… Bunu bana Hafız Ali Efendi anlattı… Bir gün Alâeddin Yavaşca, Sadeddin Kaynak’ı arabasına almış… Yeraltı Camii’nin köşesine gelip durmuş. “Hocam, müsaadenizle, biraz işim var” deyip camiye girmiş, Ali Efendi’ye de, “Hoca, gel seni arabamla biraz gezdireyim” diyerek almış, arabanın ön koltuğuna oturtmuş. Ali Efendi arkaya dönünce ne görsün?! Arkada Sadeddin Kaynak oturuyor!

M.G. - Eyvaaah! Kâbus gibi bir şey değil mi?! Kıyamet kopacak şimdi!
Ama kopmamış… Yıllar yılı sarfedilen o kötü sözlerden sonra, yarı felçli olan Kaynak Hocam, “Ver elini öpeyim” demiş. Ali Efendi de nazlanmayıp uzatmış elini… Böylece barışmışlar. Ali Efendi hocam bana aynen böyle anlattı. Bu iki büyük hocayı barıştıran Alâeddin Yavaşca’dır yani…

M.G. - Sağ olsun, var olsun Alâeddin Bey… Güzel bir neticeye vesile olmuş. Hocam, şimdi gelelim başka bir konuya… Bestekârlıkla da uğraştınız değil mi?
Bestekârlıkla… Onu şöyle arzedeyim… İşte… Bazı ufak tefek denemelerim oldu.

M.G. - Kaç civarındadır sayısı?
Şimdi, iki tane Nikriz’im var… Birisini biraz sonra okuyacağım; güftesi Ümit Gürelman’ındır. Ötekininki ise Feyzi Halıcı’nın… Sonra iki de Sûzinâk var; birinin güftesi yine Ümit Gürelman’ın. Ötekinin güftesi Tahirül Mevlevî’nin. Bunu Alâeddin Yavaşça birkaç defa radyoda okudu.

M.G. - Az sayıda da olsa, beste çalışmalarınız olmuş diyebiliriz yani…
Evet, oldu… Ondan sonra… Bûselik, Ferahnâk, Hicaz…
M.G. - E, az sayıda değil o halde. “Az sayıda” demiştim, vazgeçiyorum o zaman… Gittikçe artıyor çünkü… Kaç tane kadar toplam olarak?
Demek ki dokuz on şarkım var. Sonra, saz semailerim var. Bir Rû-yi Irak Saz Semâîsi, bir Mâhur, bir de Karcığar…

M.G. - Dinî musiki örnekleri de var galiba?
Evet, işte şu bilinen “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk”i besteledim…

M.G. - Ne vesileyle bestelediniz bunu? Bir hikâyesi var mı? Zira, “Lebbeyk” deyince, sanki Hicaz’da bestelenmiş filan gibi bir çağrışım uyandırıyor.
Evet, doğru. Aynen öyle. Vaktimiz müsaitse arzedeyim; müsaade buyurursanız…

M.G. - Estağfirullah efendim, buyurun. Biz sizi dinlemek üzere buradayız. Yeter ki yormamış olalım; ne kadar isterseniz anlatın, emrinizdeyiz.
K.K. - Hicaz’a gitmem şöyle oldu. Hani adından bahsetmiştim; İbrahim Büyükçopur’un evinde her hafta toplanırdık… O toplantılara zaman zaman İslam ülkelerinden bazı mühim adamlar, bazı kuruluşların mühim delegeleri filan da gelirlerdi. Gerek Pakistan’dan, Endonezya’dan, Kenya’dan, gerek muhtelif Arap memleketlerinden, İslâm devletlerinden… Onlarla tanışırdık. Sohbetler edilir, Kur’an okuruz, sonra da dağılırdık. Bir gün bir toplantımıza bir delege geldi. Mekke’nin ileri gelenlerindenmiş. O zaman Suudi Arabistan’ın kralı Faysal idi. İşte bu zat, Kral Faysal’ın sağ koluymuş. Büyük bir petrol hissedarı, yani oranın Vehbi Koç’u gibi bir adam… Aynı zamanda oranın önemli bir gazetecisi ve öğretmeni… Muhtelif konularda üniversitelerde ders okuturmuş. Bu zatın adı, Seyyid Muhammed Hasan Kutbî… O gün toplantıda dinî sohbetler oldu, çeşitli konular üzerine konuşuldu. Sonra, “Burada mevcut hafızlarımız var. Okusunlar, ondan sonra dağılalım” dediler. Burhan Aslanoğlu adlı bir ağabeyimiz de vardı, önce o okudu. Ardından ben de tuttum, Arap şivesiyle okudum. Bu Arap zat, okuyuşumu duyunca benim Arap olduğuma hükmetmiş. Bunu ifade edince güldüler; Arap olmadığımı, Türk olduğumu söylediler. Bunun üzerne o zat, “Yahu, Türkiye’ye geleceğim de böyle bir hafızla karşılaşacağım, aklımın ucundan bile geçmezdi. Zannederdim ki Türkiye’de hafız yoktur, Türkiye’de Kur’an okuyuşu zayıftır. Ben bu zatı Hacc’a davet etsem gelir mi?” Kabul ettim. Sene 1965’di. Yanıma bir rehber alarak Hicaz’a gittim. O zaman daha yeni evlenmiştim. Hicaz’da şöyle bir hadise oldu: O sene Kralın sarayında “Âlem-i Râbıtatü’l-İslâm” diye bir toplantı düzenlendi. Beni de o toplantının açılış Kur’an-ı Kerim’ini okutmak üzere davet ettiler. Bu davet, beni Hacc’a davet eden Hasan Kutbî vasıtasıyla olmuş. Bir Türk’ün böyle önemli bir toplantının açılışında okumak üzere davet edildiğini duyan Suudili hafızlar kalkıp İçişleri Bakanı’na gidip şikâyet etmişler. “Burada biz varken Türkiye’den gelen bir hafıza okutmak bizim için züldür” filan demişler. İçişleri Bakanı Muhanned Sırrı Sabbah ise, “Yahu, sizin bu yaptığınız ayıptır! Ne olmuş Türkiye’den gelmişse? Ne olmuş bir Türk okuyacaksa? O da bir din kardeşiniz değil mi? Bir Türk’ün Kur’an okuması size niçin zul olsun? Bunun için geldiyseniz yazıklar olsun! Hepiniz defolun!” diye bunları zılgıtlayıp göndermiş.

M.G. - Oh, ağzına sağlık! Hadlerini güzelce bildirmiş!
Evet, hadlerini bildirmiş. Hasan Kutbî, zaten beni o zatla tanıştırmıştı; “Muhammed Sırrı Sabbah” diye… Ondan sonra, gittik, hiç unutmam, Sûre-i Yûnus’ta bir bölüm var… Esteizu billâh… “Lillezîne ahsenü’l hüsnâ ve ziyâdetün…Yunus Suresi 26. Ayet” diye… Hasan Kutbî orayı bana gösterip “Burayı okuyacaksın” dedi. Hatta heyecandan yanılmayayım diye, önce birkaç defa Kelâm-ı Kadîm’i, yani Mushaf’ı eline alıp takip ederek bizzat dinledi. Yarım sayfalık bir aşır… Bu okuyuşumu Mekke radyosu naklen verdi. Spiker Arapça olarak beni takdim etti. Başladım Arap tavrıyla okumaya… Mekke, Cidde radyoları bu okuyuşumu zaman zaman yayımlıyorlarmış. Bizim rahmetli neyzen Fuat Türkelman, bir Mekke seyahatinde bizzat tesadüf etmiş, dinlemiş. Gelip bana heyecanla anlatmıştı. İşte o ilk Kâbe ziyaretimde, bu “Lebbeyk Allahümme Labbeyk”i, Vakfe’ye durduğum anda gelen bir ilhamla besteledim.

M.G. - Yani orada, tam yerinde, Vakfe’de ilham geldi, bestelediniz, öyle mi?
Evet, evet… Tam orada…

M.G. - Hocam, isterseniz şimdi, bize yardımcı olacak arkadaşlarımızı buraya davet edelim… Tanburda Özer Özel, daire ile Kemal Karaöz gelsinler, önce Nikriz şarkınızı dinleyelim… Lûtfederseniz…
K.K - Tabii, hay hay, olur… Tabii, tabii, okuruz…Ama evvela bu şarkının nasıl bestlendiğini arzedeyim isterseniz… Bir gün Ümit Gürelman’la beraberdik. Ona, “Ümitçiğim, bak, ‘Andıkça geçen günleri hasretle derinden’ mısraıyla başlayan şu şarkıyı besteledim. Nasıl bulacağını merak ediyorum” dedim, sonra şarkıyı okudum. Ümit dedi ki, “Ağabey, bu şiir, çok meşhur bir şarkı olarak zaten yaygınlık kazanmış. Aynı şiiri bestelemen senin şarkıyı gölgede bırakır. Gel, ben sana aynı kalıpta bir güfte yazıp vereyim, nağmelerini bu vereceğim şiire monte et.” Verdiği şiir şuydu:
Sevginle inan gönlüme sen başka cihansın
Cânân diyemem ben sana sen sînede cansın
Gam çekme sakın dinlediğin şarkılarımla
Ölsem de bugün kalbime sen tek heyecansın

M.G. - Evet, demek ki böyle bestelendi… Şimdi Özer Özel’den bir taksim dinleyelim, ardından da sizi dinleyeceğiz hocam…
Evet, hay hay… Usûlü Türk Aksağı….
(Özer Özel’in tanbur taksiminden sonra Kâni Karaca nikriz şarkısını okur)

M.G. - Hocam, ağzınıza sağlık…
İşte, böyle bir şey…

M.G. - İsterseniz hemen ötekine, “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk”e geçelim?..
Buna “Arafat Duası” diyoruz… Bir adı da “Telbiye”. Bütün haccâc, Arafat’ta Vakfe’ye durdukları zaman bu duayı okurlar.
Siz, bu okunagelen duayı bestelediniz demek ki, öyle mi hocam? Yani güfte olarak, bilinen duanın sözlerini aldınız?..
Evet… Bana ilham geldi işte… Hcaz’da, Arafat’ta ben bunu “mingayrihaddin” besteledim…

M.G. - Estağfirullah efendim… Siz bestelemeseniz kim besteleyecek?
Ben bunu rahmetli Doğan Ergin ağabeyime okudum, çok hoşuna gitti, hemen notaya aldı. Yönettiği TRT Tasavvuf Musikisi Korosu’nda arada sırada okudular. Kadınlı erkekli filan okudular…

M.G. - Siz de bizzat, bizim Kanal 7’deki programımızı teşrif ettiğinizde okumuştunuz… Birlikte icra etmiştik; hatırlarsanız…
Evet, evet… Hatırladım, hatırladım… Orada da anlatmıştım bu Hasan Kutbî hikâyesini, hadisesini filan… Hatırladım. Orada çocuklar da çok güzel çaldılardı…

M.G. - Hocam, ses gösterilsin mi?
Tabii, tabii… Aslında bir koro - pardon, bir solist- söylüyor, koro da cevap veriyor…
Evet, koro yerine, koro hacminde gür sesi olan Kemal Karaöz kardeşimiz size cevap verecek…
Hah hah hah… O da katılır yani… Tabii, tabii… Canımız, ciğerimiz o… Başımızın üstünde yeri var onun… O evladımız…

M.G. - Buyurunuz hocam…
(“Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” diye başlar ve eseri tamamlar.)

M.G. - Ağzınıza sağlık hocam, eyvallah…
Çok çok teşekkürler…

M.G. - Saygıdeğer konuklarımız, bildiğiniz gibi, hocamızın çok önemli bir hususiyeti de, musikimizde “irticâlî” dediğimiz, doğaçlama tarzında, bir besteye tâbi ve ait olmayan, icracının o anda bestelediği, bestelenişiyle icra edilişi arasında belki bir saniye fark olan formlar konusundaki ustalığıdır. Bunu bir saz sanatkârı yaparsa adına taksim diyoruz. Bir okuyucu, dinî musikide yaparsa kaside adını veriyoruz. Lâdinî musikide ise gazel diyoruz. Hocam, şimdi isteseniz, kendinizi iyi hissediyorsanız, sorulu cevaplı şekilde bir kaside örneği lûtfeder misiniz?
K.K - Verelim…
Tanburî Özer Özel ile sorulu cevaplı…

K.K - Peki… Şimdi Doğan Ergin’in bir eserini okuyalım… “Her kelâmın âlâsı…”

M.G. - Onun arasında mı yapacaksınız?
Evet, onun arasında bir kaside…

M.G. - Ama hocam, ben sizden özellikle bir şey rica edeceğim…
Söyle canım?..

M.G. - Gezinirken, kasidede öyle şeyler yapın ki, Özer cevap vermekte zorluk çeksin… Yamulup kalsın!.. Lûtfen!..
(uzunca kahkahalar…) Yoo, kıyamam… Canım benim… Şimdi, bu dinî olsun değil mi?

M.G. - Evet hocam, kaside…
Evet, tamam, oldu… Şimdi orada, hani “İllallah, illallah, lâ ilâhe illallah” diye sazımız şey edecek bunu…

M.G. - Tekerrür edecek…
Evet, evet… Ben de onun üzerine kaside okuyacağım. Sonra ilahinin son mısraı ile bitireceğiz.

M.G. - Tamam hocam… Bir taksim?..
Tabii, arada…

M.G. - Hüseynî miydi hocam?
Hicaz, Hicaz… Bu da Hicaz…
(Özer Özer’in tanbur taksiminin ardından ilahiye başlar, arada kasideyi okur, ilahinin son mısraıyla bitirir.)

M.G. - Ağzınıza sağlık hocam…
Sağol canım, sizler de sağolun.

M.G. - Evet efendim… Tadına doyulmaz bir lezzet… Burada şimdi, tarihî bir akşamı beraberce idrak etmiş oluyoruz. Böyle örnekler insan hayatında çok sık bir şekilde yaşanmıyor. Bunun ne derece bir şans olduğunu iyice idrak etmemiz lazım diye düşünüyorum. Herhalde siz sayın konuklarımız da bu fikrime iştirak ediyorsunuzdur.

M.G. - Hocam, son olarak önemle üstünde durmamız gereken, ama sona bıraktığımız bir konu var… Arkadaşlar, rahatsanız burada da oturabilirsiniz, ama isterseniz yerinize de geçebilirsiniz. Özer ve Kemal arkadaşlarımıza söyledim hocam… Çok teşekkür ediyoruz değerli katkılarınız için.
Efendim, sohbetimizin en başında, çocukluğunuzdan bahsettik… O bir aile portresiydi; iyi veya kötü… Allah hepsine rahmet eylesin… Tabii, bir de İstanbul’a geldikten sonra kurduğunuz bir aileniz var… Evlendiniz, çocuklarınız oldu… Hangi yıl evlendiniz hocam?

K.K - Onu da arzedeyim… Efendim, bir gün bir mevlid merasimine davet edildik… Orada Türk-İş İstanbul Bölge Temsilcisi Vahdet Acar’la tanıştım… Bir de İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Mahmut Dikler… Bu zat, maalesef bir suikast neticesinde hayatını kaybetti. Bu mevlid esnasında bu zatlarla tanıştım. Bu Mahmut Dikler’in akrabası olan bir hanımla, görücü usûlüyle tanıştırdılar beni. Şu oldu, bu oldu, neticede evlendik işte bizim hanımla… İstanbul’a yerleştik…

M.G. - Hangi yıl evlendiniz hocam? 60’lı yıllar mıydı?
Ee, vallahi, otuz kırk sene… Ondan da evvel… Aşağı yukarı…

M.G. - 50’li yılların sonu mu?
50’den sonra… Yani 55’ten sonra… Tarihi pek söyleyemeyeceğim… Epeyi oldu…

M.G. - Kaç çocuğunuz var hocam?
Efendime söyleyeyim, üç çocuğumuz var… Biri İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi.

M.G. - Hangi dalda?
Matematik Bölümü’nde.

M.G. - Doçent mi, profesör mü?
Doçent… İleride terfi edecek kendisi.

M.G. - Maşallah hocam… Akademik kariyeri olan, bilim adamı olan bir evlat yetiştirmişsiniz, ne güzel…
Bir de ortanca oğlum var… Kendisi müzisyen olarak çalışıyor.

M.G. - Hangi tür?
Serdar Öztürk’te okudu. Popüler müzikle uğraşıyor… Taverna müziği filan gibi…

M.G. - Evet, demek ki o da hayatını müzikle kazanıyor… Peki üçüncü çocuğunuz?
Onu da everdik işte…

M.G. - Kız mı, erkek mi?
Kız, kız…

M.G. - En küçük mü kızınız?
Evet, en küçüğü o.

M.G. - Hocam, peki, Allah bağışlasın, torun var mı?
Torunlar… Altı torun var… En küçüğü Doğukan… Ele avuca sığmıyor namussuz!..

M.G. - Doğukan kaç yaşında?
Bu Haziran’da iki yaşına giriyor.

M.G. - Maşallah, Allah analı babalı büyütsün. Hocam, ailenizden de bahsettik, şimdi son bir şey… Şu an dönüp baktığınızda, bir dönemin en büyük ustalarıyla birlikte çalışmışsınız. İsimlerini zikrettik… Zikredemediklerimiz de vardır elbette. Eksik bıraktığımız kimse var mı?

M.G. - İşte, vallahi bilmiyorum ki… Münir Nureddin’den bahsettik mi? Refik Fersan dedim mi? Nuri Halil Poyraz… Onları söyledim mi?..
Söylediniz evet… O dönemi içinden yaşadınız, müşahede ettiniz. O bakımdan, şimdi sizin tanıklığınız çok önem arzediyor. Bugünün musiki dünyasının da içindesiniz. Bugüne, o günün içinde yaşayarak geldiniz…
K.K - Eyvallah…

M.G. - Şimdi, mukayese ettiğiniz zaman…
Bir şey bilmem… Yani benimki gevezelik… Bir şey bildiğim yok…

M.G. - Aman hocam, estağfirullah… Olur mu öyle şey? Söylediklerinizin hepsi pırlanta niteliğinde.
Teveccühünüz canım…

M.G. - Yani sizin temsil ettiğiniz sanat açısından, yaşadığınız dün ile bugün arasında ne gibi farklar var? Veya fark yok da başka bir şey mi var? Bir mukayese eder misiniz?
Efendim… Benim yetiştiğim o eski tarza şimdiki gençler elbette ki yetişemediler. O eski adamların birçoğu hayata veda etti. Ama şimdi maşallah gene epeyi yetişen gençlerimiz var. Mesela Melâhat Pars gibi hocalarıın yetiştirdiği birçok kadın ve erkek örnek talebelerimiz var. Sonra, Alâeddin Yavaşca hocanın yetiştirdikleri var. Serap Mutlu, bir örnektir. Bize göre genç sayılır. Daha onun gibi birçok yetişmiş sanatçı var, maşallah…

M.G. - Peki efendim, mevlid okuyuşuyla ilgili olarak ne durumdayız? Dünkü mevlid meclisleriyle bugünküleri kıyaslarsanız, bir geriye gidiş mi söz konusu, yoksa olduğu gibi devam mı ediyor? Bu değerlendirmeniz çok mühim. Mevlid çok önemli bir mevzu çünkü…
K.K. - Haa, şimdi efendim, Mevlid bambaşka bir şey… Bu Mevlîd-i Şerîf’i, malûmuâliniz, Evliyaullah’tan Bursalı Süleyman Çelebi meydana koymuştur. Mevlîd’in aslında bir okunuşu, okunuş kuralları vardır. Eskiler bunu bölüm bölüm ayırmışlar. Her bölüme “bahir” denmiş. “Allah adın” bahri Sabâ makamından… Nur bahri Hicaz… Velâdet bahri Rast… Merhaba bahri Uşşak… Mîrac bahri de Segâh veya Hüzzam olarak okunur. En sonda Hüseynî makamıyla tamamlanır. Rahmetullahi aleyhi ecmain, bunu cumhur olarak bitirirler.
Şimdi mevlid okuyan birçok genç arkadaşımız var… Var amma çoğu makam bilmez… Musiki bilmezler… Yani musiki bilerek mevlid okuyan pek nadirdir artık… Yani mesela makamları alsın da böyle birbiri arkasına sıralasın… Diyelim ki bir Velâdet bahri… Dört satır Rast okuduktan sonra kalk, Sûzidilârâ yap… Ondan sonra Nihâvend-i Kebîr yap… Sûznâk yap… Mâhur yap… Efendim, ne bileyim, Pesendîde yap… Ama bunları bilmezler. Çoğu bunları bilmez. Merak da etmezler. Mesela biri kalksın da Sûzidilârâ’dan üç dört satır Mevlîd’in herhangi bir bölümünden icra etsin… Yapamaz, çünkü bilmez… Bilmemek ayıp değil, ama merak da etmez…

M.G. - O tarzda yetişmemiş demek ki?..
Evet, o tarzda yetişmemişler ama okuyuşlar güzel. Güzel okuyanlar var ama Hüdâinâbit… Yani eğitim yok, makam, musiki bilmek yok… Olmasın, olmayabilir, ama merak edip öğrenmek zor değil ki. Çünkü böyle arkadaşların kabiliyetleri, Allah vergisi sesleri var. Yani bilmiyorum, arkadaşlar bana gücenmezler değil mi? Darılmasınlar da…

M.G. - Gücenmezler hocam, gücenmezler. Siz onların Kâni ağabeylerisiniz…
Evet, evet… Tabii… Ben hepsini severim. Hepsine karşı sevgim vardır, bilirsiniz…

M.G. - Siz eskiden günümüze doğru çok mevlid meclisi gördünüz… Birçok yere davet edildiniz… Hatta eşinizi bulmanıza bile bir mevlid davetinin vesile olduğunu anlattınız. Yani bunun hayatınızda çok önemli bir yeri oldu. Mevlid merasimleri eskiden daha sık mı olurdu, şimdi mi daha sık? Dün ile bugün arasında öyle bir mukayese?..
K.K. - Eskiden, Sadeddin Kaynak devrinden bu yana, öyle çok mevlid okurduk ki, efendim, neredeyse Osmanağa Camii’yle (Kadıköy) Şişli Camii arasını tabir caizse suyolu yapmıştık. Sabahleyin evden çıkardım, geceyarısından evvel dönemezdim.

M.G. - Hep Mevlid okumak üzere mi?
Evet, hep Mevlid okumak üzere. Şimdi o şey bitti, maalesef…

M.G. - Buna ne sebep oldu diye düşünüyor musunuz? Özellikle de bu son zamanlarda daha bir eksilme var gibi görünüyor…
Evet, evet canım… Çünkü yetişen mevlidhan da azaldı. Bugün bir Fevzi Mısır, bir Aziz Bahriyeli, bir Halil İbrahim Çanakkaleli de neredeyse gidiyorlar… Onlar da gidiyorlar… Onlar da gittikten sonra bu işin tadı tuzu kalmaz… Var, okuyan birçok arkadaşımız var, ama demin de dedim ya, sesleri çok güzel, Kur’an’ı da iyi okuyorlar, umumiyetle Mevlid’de de sesleri güzel, ama musiki bilmiyorlar, tavır yok… Tavır daha önemli, musiki bilmek daha önemli… Ses güzel olmuş kaç para? Tavır bilse, musiki bilse, o ses, o zaman ses olacak. Bilmiyorum, aleyhte konuşmuş gibi mi oluyorum? Öyle anlaşılmaz değil mi Baba Sultan?

M.G. - Yok hocam, yok. Aleyhte değil… Bir durum tesbiti yapıyorsunuz ki zaten bunu yapabilecek ehliyetteki birinci kişisiniz; iyi ki de söylüyorsunuz bunları. Burada kimsenin aleyhinde kötü niyetli bir şey yok; herkes şahit.
Evet, evet… Aleyhte değil. Yani kötüleyerek değil.

M.G. - Efendim, ben daha çok sorarım, ama sizi bunca saat ne kadar yorduğumun farkındayım. Burada keseyim ki daha fazla yorulmayın. Ama burada bir teşekkür borcumuz var eda edilecek; dinlettiğimiz kayıtlarınızı Kalan Müzik’in, Hasan Saltık’ın yayımladığı CD’nizden aldık, burada dinlettik. Dr. Bülent Aksoy yayıma hazırlamıştı. Onlara teşekkür ediyoruz.
K.K - İşte, biraz evvel arzettim ya, bu eserler neredeyse yok olup giderken Niyazi Sayın imdada yetişiyor… Niyazi Sayın olmasaydı bunlar hep çöptenekesine gidecekti, şuraya buraya gidecekti.

M.G. - Kurtarılmış böylece… Hele bugünün de hiç alakasız bir ortamında, Kalan Müzik gibi hatırşinas bir yayınevinin, Hasan Saltık gibi bir yayıncının ve Bülent Aksoy gibi bir kültür adamının sayesinde bu kıymetli icraları dinleyebiliyoruz.
K.K. - Bir başka teşekkür borcumuz da Boyut Yayın Grubu tarafından hazırlanıp yayımlanan Kâni Karaca belgesel filmi için… Sinemacı, Yönetmen Mehmet Eryılmaz çekti… Gönül Paçacı bu işi bir dizi halinde kotardı. Onlara da kültür dünyamız müteşekkirdir.
İşte ben bu Kur’an-ı Kerîm hatmini de onların vasıtasıyla okudum…

M.G. Evet… Hürriyet gazetesi de Murat Bardakçı’nın girişimiyle ek olarak dağıttı bu hatmi, değil mi efendim?
Evet, evet… Sağolsunlar…

M.G. - Efendim, şimdi o VCD ile veda edeceğiz. Ama daha önce, Özer Özel kardeşimiz hatırlatıyor, sorusu olan varsa alalım, buyurun lûtfen…

Hocam, beyefendi diyorlar ki, “Sizi birileri yetiştirdi; siz kimi yetiştirdiniz? Yetiştirdiğiniz talebeler var mı?”

K.K. - Vallahi, ben konservatuvarda öğretim görevlisi iken yetiştirdiğim birkaç talebem var. Mesela Aytaç Ergen, Oya Nurdan… Mürşide diye bir kızımız vardı, soyadını hatırlayamadım… Şimdi İçişleri Bakanlığı’nda memurdur, Sivaslıdır kendisi. Sonra Sevtap Toptay veya Toptan diye bir talebem vardır… Daha aklıma gelmeyen birçok…

M.G. - Hocam, affedersiniz… Şöyle bir şey var: Mesela Necdet Yaşar da belki kimseye diz dize oturup uzun soluklu tanbur dersi vermemiştir, ama öğrencilerinin sayısı binlerle ifade edilir. Kayıtlarını dinleye dinleye de bir hoca-talebe ilişkisi mümkündür. Necdet Yaşar nasıl Mesud Cemil’den doğrudan meşk etmediği halde onu dinleye dinleye, tekniğini kaparak öğrencisi idi ise, sizi de dinleyerek öğrenciniz olmuş kimbilir kaç kişi vardır. Kâni Karaca’nın görünen talebe sayısı az olsa da bu şekilde görünmeyen çok sayıda talebesinden söz edilebilir.
K.K - İşte, konservatuvardan birkaç evladımıza doğrudan emeğimiz geçti, mingayrıhaddin…
M.G. -Estağfirullah hocam…
Usûl vurma, kudüm, vesaire… İşte bunları çocuklara dilimiz döndüğü kadar öğretmeye çalıştık…

M.G. - Şimdi bir soru daha var… Buyurun efendim…

Hocam, dinleyicimiz, Konya’da bir tarihteki Şeb-i Arûs merasimlerinden birinde, Cinuçen Tanrıkorur ile yaptığınız bir saz ve söz atışmasını hatırlatıyor, burada anlatabilirler mi diyor…

K.K. - Haa, evet, evet… Cinuçen Tanrıkorur’un Bayâtîaraban Ayin’ini ve Evcârâ’sını filan meşk etmiştik. Konya Spor Salonu’nun bir odasında toplanmış, muhabbet ediyorduk. Taksim ederken tuttu, aykırı bir perde üzerinde Nişâbur yaptı… Allah rahmet eylesin… Yaptı ama, “Hocam” dedim, “bu, evet, Nişâbur oluyor, ama bu makamın daha başka bir özelliği var; onu da ortaya koymamız lazım…” Durum bu… Ondan sonra gitmiş, Abdi’ye (Abdi Coşkun), “Kâni böyle böyle söyledi” demiş… Abdi de, “Kâni söylediyse doğru söylemiştir. Sen biraz daha dikkat et” diye cevap vermiş. Cinuçen, “Yahu, ben yaparım da olmaz mı?” deyince Abdi, “Yoo, bunda sana katılmıyorum! Kâni bu hususta bir şey söylediyse eğer, doğru olan odur, hiç kusura bakma!” diye noktayı koymuş. (kahkahalar…)

M.G. - Böyle bir hâtıra… Evet… Kıymetli hocam, şimdi son olarak Boyut Yayıncılık’ın sizin adınıza hazırladığı filmin başından bir bölüm seyredeceğiz. Işıkları kapatalım, bu tadına doyulmaz akşamı bu filmle kapatmak istiyoruz.

Eyvallah Baba Sultan, eyvallah canım, eyvallah…

M.G. - Şimdi, siz de işiteceksiniz zaten…
Evet, evet… Filmde anlattığım bazı şeyler vardı…

(VCD’den film gösterimi, Kâni Karaca’nın Nâat-ı Mevlânâ’yı okuyuşuyla başlar ve nihayete erer.)

M.G. - Sayın müzikseverler… Umuyoruz ki, bu müstesna akşamdan bizim aldığımız zevki siz de aldınız… Hocamızın sayesinde tarihî ve unutulmaz bir akşam geçirdik. Ben, hepinizin adına ellerinden öpmek istiyorum. Geldiğiniz için çok çok teşekkür ediyoruz hocam… Allah başımızdan eksik etmesin… Sağolun…

K.K. - Sağolun canım… Var olun…(*)

* * *

KÂNİ KARACA

1930’da Adana’nın Adalı köyünde doğdu. Henüz bebeklik çağlarındayken gözlerini kaybetti. Köyünün imamı olan hocasından ders alarak Kur’an-ı Kerîm’i hıfzetti ve yeni alfabeyi öğrendi. 1950 yılında, yirmi yaşındayken geldiği İstanbul’da dönemin önde gelen üstad müzisyenleri hafız ve bestekâr Sadeddin Kaynak ve Yeraltı Camii imamı Üsküdarlı Hafız Ali Efendi’den üslûp, tavır ve repertuvar; Sadeddin Heper’den ise usûl, kudüm icrası ve repertuvar konularında öğrenim gördü. Özellikle Ali Efendi’nin üslûp ve tavrından önemli ölçüde etkilendi; Heper’den çok sayıda mevlevî ayini ve lâdinî klasik eser meşketti. Nuri Halil Poyraz, Refik Fersan, Fahire Fersan, Münir Nureddin Selçuk ve Arif Sami Toker gibi dönemin diğer üstadlarından da musikinin çeşitli bahisleri konusunda faydalandı. Başta Üsküdarlı Ali Efendi olmak üzere zamanın önde gelen üstadlarının karşısında verdiği bir sınavla aldığı icazet, teferruatlı makam bilgisini, geniş repertuvarını ve üstün musiki yeteneğini tescil eden önemli bir aşama oldu.(*)

1955 ile 1968 yılları arasında, Mesud Cemil’in davetiyle İstanbul Radyosu’nda başladığı solo programlarında, birçoğu daha önce seslendirilmemiş veya hiç kaydedilmemiş çok sayıda klasik eseri ve bazı fasılları icrasıyla günışığına çıkardı. Bu programlarında kendisine Mesud Cemil, Ruşen Ferit Kam, Sadeddin Heper, Sadi Işılay, Vecihe Daryal, Cevdet Çağla, Yorgo Bacanos, Emin Ongan, Niyazi Sayın, Cüneyd Kosal, Necdet Yaşar gibi devrin önde gelen saz üstadları eşlik ettiler.

Yıllar boyu Konya’da ve İstanbul’da düzenlenen şeb-i arûs törenlerinin değişmez nâ’thanı, âyinhanı ve kudümzenbaşısı olarak eşsiz icrasıyla hafızalarda yer etti. Yurtiçinde ve çeşitli ülkelerde verilen çok sayıda konsere ve mevlevî ayinine katıldı. Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nda üslûp ve repertuvar öğretmeni olarak çalıştığı kısa dönem içinde birçok sanatkâr adayına ders verdi. Sesi ve icrası, hem yurtiçinde, hem de yurtdışında birçok plak, kaset ve CD’ye kaydedildi.

Türk musikisinin son dönemindeki en önde gelen sanatkârlar arasında ilk sıralarda yer alan Kâni Karaca, sadece besteli eserlerin icrasında değil, Türk musikisinin kendine özgü alanlarından birini oluşturan irticalî (doğaçlama) icra tarzlarında da son yarım yüzyılda gelen en usta ses sanatkârıydı. İrticalî icra tarzının geçerli olduğu Kur’an tilâvetinde, özellikle “Üsküdar tavrı”yla zirvesini bulan Türk tarzı okuyuşun en önemli ismiydi. Yine en önemli irticalî okuyuş şekillerinden mevlid, ezan, kasîde, gazel formlarının icrasında da, daha yaşarken tarih olacak bir ustalığın sahibiydi. Doğaçlamaya dayalı bu formları icra ederken güftelerin edebî özelliklerini musikiyle en doğru biçimde kaynaştırabilmesi, yaptığı usta işi geçkiler, perdeler üzerindeki hâkimiyeti, hayranlık uyandırıcı hareket kabiliyeti “erişilmez” olarak değerlendirildi ve ismini bir efsane haline getirdi.

Dinî ve lâdini musikilerin üslûp özelliklerini ustalıkla ayırabilen Karaca’nın, bariton sesinin pest perdelerde olduğu kadar tiz perdelerde de lezzetinden hiçbir kayba uğramayan geniş hareket alanı, özellikle doğaçlamaya dayalı icralarında öne çıkan modülasyon ustalığındaki başarısını katlayan özelliklerindendi.

Münir Nureddin Selçuk’tan sonra yetişen en önde gelen ses sanatkârı olan Karaca, bir devrin son ustalarından tevarüs ettiği derin bir birikime ait geleneği, geçmişten bugüne en yetkin bir çizgide aktaran tarihi şahsiyetlerden biri oldu.

Adana’dan İstanbul’a geldiği günlerden itibaren yarım yüzyıldan fazla sürdürdüğü, her cuma namazından sonra Fatih Sultan Mehmed’in türbesindeki Kur’an tilâveti, 29 Mayıs 2004 tarihinde, garip bir tecelliyle, Fatih’in İstanbul’u fethettiği tarihteki vefatıyla son buldu.(***)
______________________________________________
(*) Mehmet Güntekin “Türk Musikisi’ne Hayat Verenler” başlıklı dizi sohbetleri, 26 Mart 2002, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi –İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür İşleri Dairesi Başkanlığı

(**) Ses kayıtlarını yazıya geçiren S. Emel Güntekin’e; sohbette geçen Kur’an’la ilgili teknik terimleri gözden geçiren değerli hafız ve mevlidhanlar Mehmet Kemiksiz ile Yunus Balcıoğlu’na teşekkürlerimle. (M.G.)

(***) Biyografinin yazımında Bülent Aksoy’un, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’ndeki (IV. cilt, 1994, s. 443) “Kâni Karaca” maddesi ile, Kâni Karaca ile özel görüşmelerimize ait notlardan faydalanılmıştır.




Hoşgeldiniz