Sanat kavramının yeniden mi yazılması gerekiyor?.. Dr. Ayhan Sarı
Toplam Okunma: 4023 | En Son Okunma: 03.12.2024 - 02:57
Konu dönüyor dolaşıyor insanların/politikacıların sanat kavramından ne anladığına, tahayyülelerinde ne canlandırdıklarına dayanıyor. Görülüyor ki aktifinden pasifine herkes kendi yetişme şekline, eğitimine, bilgi görgüsüne, siyasi görüşüne, geçmiş devlet yaşanımına, çevresine göre bir sanat kavramı algılaması geliştirmiş. Ona göre fikir beyan ediyor. Gelinen nokta ise sanatın gerçekte ne demek olduğudur.(*) Bu değişim mi, yoksa sanat tanımının yeniden yapılması ihtiyacı mıdır?..
Konu tiyatroların özelleştirilmesi nezdinde başlasa da aslında devlette çalışan, devletten maaş alan tüm sanatçıları ilgilendiriyor. Hal-i hazırda sıralama tiyatrodan opera/baleye, senfoniye belki sonra da Türk müziği koro/topluluklarına gibi…
Kısasa kısas tarzındaki yaşananları göz önünde bulundurduğumuzda 1926’da başlayan geleneksel Türk müziği eğitim yasağı, sonra malum 1934′deki GTM radyo yasağı gibi uygulamaların bir cevabı mı sözkonusu?..
Sanat alanında yaşananlar ve yaşanması olası olanlar 1926-43 ve 1934-36’nın cevabına bir zemin hazırlayabilir mi?..
* * *
Konunun boyutu:
Devletin sanatçılarının çalıştırılamaması başka, devletin sanatçı barındırıp barındırmaması başka bir olgudur. İkisi de gerçektir. Devlette sanatçının çalışanı, çalışmayanı bulunabilir. Vardır. Sanatçılık miadını doldurmuş ama beyin olarak olgunluğunun zirvesinde, sahne tecrübeleriyle, sözleriyle, yazılarıyla katkısı olan; aldığı maaşlık parayla istihdam edilemiyecek bulunmazlıkta devlet sanat çalışanlarının varolduğunu unutmamak gerekir.
25 yıllık emeğinin karşılığı olarak (2012’de) devletten -ikramiyeler dahil- aylık net 3000-3500TL maaş alan emektar sanatçının çalıştığı sistem içinde atıl konumda olması; sanatçı çalıştırma yönetmeliğini hazırlayanların sistemi kurmada ve de geleceği görmede yeteneksizliklerinin aynasıdır ki şimdi kendilerinin de o atıl duruma düştükleri görülmektedir.
Devletin yakın zamanlardan beri “yönetemediğini sat ya da at” mantığında ve uygulamasında olduğunu biliyoruz.
Oysa durum sanat alanında farklıdır. Konunun birçok alt başlığı vardır.
Bu başlıklar -bu satırların yazarı dahil- belli başlı yazarlar tarafından somut, objektif şekilde 1970’lerden beri yazılmış, gündeme getirilmiştir. O zamandan bu zamana verilen dilekçeler devletin arşivinde mevcut olması gerektir.
Bu dilekçeleri dile getirenlerin uygulamaları, devletin müfettişleri tarafından kimi zaman cezaya tabi tutulmuşlardır ki gelinen tepe nokta 20.yy.ın sonunda (1990′lar) müzik meraklısı bir tarihçi gazetecinin önayak olmasıyla devletin müfettişinin koro şefine; sözlerinin başı sonu atılmış şekilde “teksesli müzik yapıyorsunuz, sizin yaptığınız iş mi” dediği iddialarına karşın “maaş kesme” cezası vermesi, sonra İdare Mahkemesinin tazminat hakkıyla cezayı iptal etmesidir.
Sözkonusu karar bir doruktur. Bu kararın çevresinde benzer birçok devlet sanat kösteklemesi hikayesi yaşanmıştır.
Devletin sanatçıları içinde sanatı yönlendirme bilgisini haiz dünya ve Türkiye standartlarının üstünde olanlarının çoğunun köreltilmiş ve adeta orta çağ mantığıyla bir kenara atılmış olduğu dillerde dolaşır.
O sanatçılara hemen her hafta birileri “hayatlarının kıyaklığından” dem vurur ki meslek hayatının en verimli çağlarını devlete vermiş, içinde görev yaptığı sistemden dolayı artık körelmiş bu sanatçılar için dönülmez akşamın ufkunda ikinci zulüm devri başlamıştır.
Emekli olsa maaş yarıya 1500TL’ye düşecek, olmasa çoluk çocuğun toy/çiğ sözlerine maruz kalacaktır.
Sürekli devlette -para değil- sanat görevi yaptığı için birikimi de yoktur. 1. sınıf memur kabul edilmesine karşın emekli olduğunda verilecek ikramiye olan ortalama 50.000 TL ile değil ev, kulübe bile alamaz.
Sanat deyince akıllarına sadece para gelen, + gelir musluklarının kapanmaması için hemen her türlü entrikayı çevirmeye hazır, piyasada “icra-i sanat, politikacı eylemelerinden” dolayı cevreleri geniş olan, sözleri kâale alınan o sipaliciler “o dizi senin, bu düğün benim” yüksek çabalarıyla yeni nesil eğlence yerlerinde ceplerini doldurma peşindeyken sözünü ettiğimiz idealist sanatçılar para yerine yıllar yılı fikir ve sanat üretmekle meşgul oldular.
2000’li yıllardaki sanat nesilinin başına ne geldiyse o zamana değinki gördürülmesinden, eğitiminden, amiri/hocası tarafından yönlendirilmesinden geldi.
. . .
Kendisi dışarıda, yetişme bilgi-görgülerinden dolayı beyni içerde olanlar var.
Üretmiyorlar.
Yaşları yarım asırı geçmiş ama nerde nasıl? Devlette ve kendi sanat cenahlarında bir mücadele ile…
Çünkü o devirler öyleymiş, öyle geçermiş.
Kimisi geleceği görmüş, kimi görememiş.
Körelmiş…
Sanatçının en büyüğü bile olsa devletten ömür boyu ayrıcalıklı/extra/dolgun emekli maaşı alanlar sınıfına girememiş.
Onca takdirli sahne yıllarının ardından emeklilik zamanı gelince maaşı yarıya, hayatı ise devlet hastanesi kuyruklarına düşüvermiş. Ameliyatı için ise bir yıl sonrasına gün verilir olmuş.
. . .
Geleceğini nasıl hazırlamalıydı ki?
O yaşa değin “beğenmeme eğitimi” gördüğü/uyguladığı piyasa müziğiyle, yani sipalicilikle mi?
Şimdi soruyor:
Nedir sanat?..
* * *
Dememiz o ki:
Devlet, sanatı özelleştirmede hiçbir zaman samimi olmadı. Olsaydı daha önce birçok kez yazdığımız gibi özel sektöre sanatı desteklemesi karşılığında gerek vergi indirimi, gerekse para muafiyeti açısından cazip teklifler/uygulamalar sunardı.
Sunardı da: Bu kadar konservatuar mezununu işsiz bırakmazdı…
Yunus Emre, Salat-ı Ümmiye, Tekbir senfonik orkestrada çokseslendirildi. Kanun, bağlama, ney konçertoları bestelendi. Ve daha niceleri…
Tuttu, tutmadı. Oldu, olmadı…
Uğraş verildi. Çaba gösterenler var. Günün moda deyimiyle tüm “muhafazakar sanat” örnekleri tozlu raflarda bırakıldı. Çağdaş, Kapıkule’den öteye geçmiş, meşhur olmuş eserler de çıkmadı.
Çıkmasına önayak da olunmadı. Her çıkanın ayağına bir çelme takıldı.
Başkentimizin büyük köklü bir üniversitemizin rektörü, bünyesindeki batı müziği okulunda değişime direnen zincirleri kıramadığından yakındı. Aynı yakınmayı Türkiye’nin en büyük Türk müziği devlet Konservatuarı müdürü de yapar. 8 yıl devlet korosu şefliği yapmış ve görevi sırasında bu kez geleneksel Türk müziği açısından o zincirleri kıramamış olan bu satırların yazarı da…
Türk/doğu/batı/mozaik kutuplaşması üzerine kurulmuş zincirler 80 yıldır tıpkı sağ sol kutuplaşması gibi kırılamadı.
O sistemin içinde doğmuş yetişmiş başka şey bilmeyen üyeler, o konservatuar ve müzik öğretmeni yetiştiren eğitim fakültesi müzik bölümü hocaları kendilerini, iktidarlarını yok etmek istemiyorlar…
* * *
Devlet sanattan anlamadı. Anlamadığı gibi Türk – Batı şeklinde sanatçıları birbirine düşürdü.
Uyum sağlayamadı, sağlatmadı…
Sadece devletin maaşlı sanatçıları mı suçlu?
Ya üniversitelerde o sanatçıları yetiştiren sistem ve o sistemi süreklilileştiren hocaları?..
* * *
Politikacılar ve sermaye Türkiye’den dünyaya hep kendi dertlerinde oldular.
Geçenlerde Avrupa Müzik Konseyi diye dar bir toplantı yapıldı. Adında Avrupa vardı, öyle olunca kimse bir şey demedi.
Ya içi?..
Dolmadı.
O üç-beş kişiyi kim neye göre seçmişti?
Buna kimse sesini çıkarmadı.
…
Devlet Atatürk’ten sonra sanat alanında hep sınıfta kaldı.
Çünkü o yakın tarih boyunca sanat alanında yetkililer bilgisiz, bilgililer yetkisizdi.
Alan bilgisiz devlet yetkilileri ile -sırf gazeteci olmasından dolayı- kendini dev aynasında gören/gördürülen bir-iki gazetecinin al takke-ver külahına kalmıştı. Ödüller de çoğu zaman öyle oldu. Bi sana-bir bana kardeş payı…
Bunlar yıllar yılı göz ardı edildi.
Bugün geçerli olan ertesi gün geçersiz oldu.
Ona-buna kırmızı çizgi koyuldu.
Sonra da gerçek sanatçılar adamdan sayılmaz oldu…
Söylem yine aynı; yani, “yine bir geçiş dönemi”ydi.
O geçiş dönemi 1990’lara atfedilirken 2000’lerde bir başka türlüsü çıktı.
. . .
Hülâsa dememiz odur ki:
“Alma sanatçının âhını, eserleri sonra çıkar aheste aheste”…
_____________________________________
(*) Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmasındaki “Sanat halk içindir” vurgulamasını hatırlamak gerek.
(**) Resimdeki yazı: “Sanat mutlu da edebilir!”