XIX. Yüzyıl İstanbul’undaki Dinî Mûsikî Hatıraları… Dr. Yavuz Demirtaş


Toplam Okunma: 5612 | En Son Okunma: 26.04.2024 - 11:25
Kategori: Araştırma Yazıları

XIX. Yüzyıl İstanbul’unun Dinî Mûsikî meclislerinde mûsikî sanatı açısından kayda deger hadiseler vukû’ bulmustur… Büyük mûsikî üstâdlarının elinde sekilenen Dinî Mûsikî, XIX. yüzyılda çok zengin bir repertuara ve icra tarzına sahip olmuş ve İstanbul’un dört bir tarafında (sarayda, câmide, tekkede) üstâdâne bir sekilde icra edilmiştir. Ancak bu parlak günler fazla uzun sürmemiş, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle de sarayın ilgisini ve destegini kaybeden Türk Mûsikîsi, hem Dinî, hem de Lâ-Dinî Mûsikî alanlarında hızla gerilemeye baslamış, büyük mûsikîşinasların tarih sahnesinden çekilmesiyle de bugün neredeyse yok olma aşamasına gelmiştir…

Giriş
Câmi 1 ve Tekke Mûsikîsi 2 olmak üzere ikiye ayrılan Türk Din Mûsikîsi3, Türk Mûsikîsi’nin altın çagını yasadıgı XIX. Yüzyıl İstanbul’unda çok renkli bir sekilde icra edilmistir. Dinî Mûsikîye ait, Kur’ân-ı Kerîm, Ezân, Salâ, Mevlid, İlâhî vs. gibi formların icrası esnasında hatıra kabilinden bazı olaylar olmus, bu olaylar da, ya o hatıraları bizzat yasayanlar tarafından kaleme alınarak, ya da sifâhen nesilden nesile aktarılarak bize kadar gelmistir. İste onlardan bazıları:

A- Sarayda Gerçeklesen Bazı Dinî Mûsikî Hatıraları

Terâvih Namazları: Ramazanlarda kılınan terâvih namazları da Türk Din Mûsikîsi açısından büyük öneme sahipti. Özellikle sarayda kılınanterâvih namazları, büyük mûsikîsinasların mevcudiyetinden dolayı çok daha farklı olurdu. Müezzinbası tarafından Acem-Asîrân makamından bir İlâhî’nin okunup, hünkâr imamının da aynı makamdan padisah huzurunda Kur’ân okuması, önemli bir saray gelenegiydi. Rivâyet edilen su târihî olay, hünkâr imamları ile müezzinbasıların mûsikîye olan vukûfiyetlerini gösterdigi gibi, sarayda icra olunan Dinî Mûsikî’nin kalitesini de gözler önüne sermektedir: Dede Efendi’nin müezzinbasılık görevini ifa ettigi günlerde, Kazasker Zeynelâbidîn Efendi de hünkâr imamlıgı vazifesini yürütüyordu. Zeynelâbidîn Efendi, padisaha namaz kıldırırken, Acem-Asîrân makamından basladıgı tilâvetini, bu makamın karar perdesi olan acem-asîrân perdesinde bitirmeyip, daha pestteki yegâh perdesinde bitirdi. Böyle bir makamdan İlâhî olmadıgı için de Dede’nin zor durumda kalacagını ümid ediyordu. Dede ise, Yunus’un;

Sûrîde vü seydâ kılan yârin cemâlidir beni
Âlemlere rüsvâ kılan yârin cemâlidir beni

mısraıyla baslayan güftesini, irticâlen Acem-Asîrân makamında okuduktan sonra, yegâh perdesinde Bûselik (Sultânî-Yegâh) yapıp, Ferâhfezâ haline getirerek karara gitti. Bu mûsikî hadisesi II. Mahmûd’un çok hosuna gitmisti. Ayrıca, çok sevdigi, fakat uzun zamandan beri kullanılmayan Ferâhfezâ makamının bu vesileyle kullanılması da onu son derece memnun etmisti.4

Bu konuyla ilgili diger bir örnek de, 1819 yılı Ramazanında, sarayda gerçeklesen su olaydır :
“Ramazan-ı Serîf’in onuncu gecesi, terâvih namazı kılındıktan sonra, mâbeyn müezzinleri, müezzinbası Sâkir Aga ile beraber tunç kapının hizasına dizilip padisahı beklemeye basladılar. Bu esnada II. Mahmûd, köskten Sâkir Aga’ya hitaben, “Sermsâr etme Hüdâyâ rûz-i mahserde beni” mısraıyla baslayan İlâhî’yi okumasını emretti. O da, tiz perde ile bu İlâhî’yi, çesitli subeler peydâ ve türlü nagmeler icra ederek okuduktan sonra, diger müezzinler de Segâh makamında ve kararları dügâh perdesi olan İlâhîler’den birkaç tanesini, ve yine Hicâz makamında bestelenen, “Âsumân bî-sütûn muallâ-gest kudret-i lâ ilâhe illallah” mısraıyla baslayan İlâhî’yi, cumhûr halinde (topluca) okumaya basladılar. Bu İlâhîler’in okunması ve orada bulunanlar tarafından dinlenmesi, kalplerin yumusamasına ve güzel sesli müezzinlerin ihsan almalarına vesile oldu.”5

Yine rivâyete göre, II. Mahmûd’un diger bir imamı Abdulkerîm Efendi ile müezzinbasısı Dede Efendi arasında kırgınlık varmıs. Bir Ramazan günü Abdulkerîm Efendi, pâdisaha;

“Acemlerin saltanatınız hakkındaki ihaneti herkes tarafından bilinmekte oldugu halde, Dede Efendi’nin Acem makamından degil de, Sevk-efzâ makamından İlâhîler okuması lazım gelmektedir. Oysa İsmâil Dede bunun zıddını yapmaktadır. Bu ise onun bu makamı bilmedigini göstermektedir” deyince, pâdisah, Dede’nin mûsikîdeki kudretini bildigi halde bir imtihan yapılmasına karar verir, ancak bu karar Dede’ye duyurulmaz. Gece terâvih namazı kılınırken, dördüncü dört rekattan sonra Eviç makamından İlâhî okundugu sırada, sultânın gönderdigi biri, müezzinlerin yanına giderek, besinci dört rekattan sonra Acem yerine Sevk-efzâ makamından İlâhî okumalarını söyler. O zamana kadar bu makamdan hiçbir İlâhî yapılmamıs olması müezzinleri telasa düsürür. Dede’nin yüzüne hayretle bakarlarken, onun isareti üzerine bir müezzin bu makamdan tekbir getirmeye baslar. Namaza durulur ve imam bu makamdan Fâtiha okumaya baslar. Dede; “Hele bir namazı kılalım da bakalım” der ve dört rekatlık namaz kılınıncaya kadar Sevk-efzâ makamından bir ilâhî besteler. Selâm verilir verilmez de bestelemis oldugu yeni ilâhîyi okumaya baslar. Arkadaslarının hemen hepsi mûsikî ilminde birer üstâd olduklarından, Dede’ye kulak vererek, agız kalabalıgıyla ilâhîyi güzelce okuyup bitirirler ve pâdisahın takdirini kazanırlar.”6

Tarikat Âyinleri: Basta padisahlar olmak üzere, Osmanlı devlet ricalinin pek çogu, birlik ve beraberlikte çok etkin bir rol oynayan tarikatlara büyük önem vermis, gerektiginde tarikat ehli insanları sarayda agırlamıs ve onlara bazen sarayda tarikat âyinleri de icra ettirmislerdir. Sarayda düzenlenen ve pâdisahın huzurunda icra edilen bu tarikat âyinleri ile ilgili Hâfız Hızır İlyâs Efendi’nin “Vekâyi-i Letâif-i Enderûn” adlı eserinde söyle bir hadise anlatılmaktadır:

“12 Rebiyülevvel 1230 (23 subat 1815)’una rastlayan Mevlid Kandili münasebetiyle Sultân II. Mahmûd, Agalar dairesindeki Mevlid-i Serîf ve Ma’bed-i Latîf’e tesrif etmis, eskiden oldugu gibi, okunan Mevlid’i dinleyen bendegân-ı Enderûn-i Hümâyûn’u taltîf ve her sınıfın gönlünü hos etmistir. Mevlid-i Serîf’in sonunda, pâdisahın huzurunda, Hüdâyî Âsitânesi’nde postnisîn olan resâdetlü Sehâbeddin Efendi Hazretleri (ö.1818)’nin sûfîleri tarikat âyini icra etmis, tevhîd-i serîf arasında, yüksek sesle ilâhî okuyan Suyolcuzâde Sâlih Efendi (ö. 1862) de senâ olunmustur. Bu dinî merâsimden sonra II. Mahmûd, Hüdâyî Âsitânesi seyhine emsâlinden daha fazla ikrâm ile bir kürk hediye etmistir. Ertesi gün aynı dinî merâsim Sultân Ahmed Câmii’nde de tekrar edilmis ve II. Mahmûd, bir defa daha bu Dinî Mûsikî’yi dinlemekle huzur duymustu.”7

Yine Hızır İlyâs Efendi, 1813 vakaları arasında, Besiktas Mevlevîhânesi seyhi Yusuf Dede (ö.1816)’nin saraya daveti münasebetiyle sunları yazmaktadır: “Müezzinbası Emîn Aga’nın, seyhin gösterdigi makamı temizlemesi, âdâb ve erkânını telkin ettirmesi ve postun serilecegi yeri süslemesiyle, Na’t-ı Serif okunmaya basladı. Na’t’ın sona ermesinden sonra, mutrıpta olan neyzen ve kudümzenler Sultân Veled Devri’ni icra etmeye basladılar ve Mevlevî semâzenler ellerini yere vurup devrana kalktılar, seyhin makamına boyun kesip, Âyin-i Serif’in sonuna kadar devrân eylediler.”8

Hattât Mustafa İzzet Efendi’nin Neyzenligi: XIX. yüzyılın en büyük hattâtları arasında yer alan Kazasker Mustafa İzzet Efendi, aynı zamanda mûsikîsinaslıgıyla da ün salmıstır. Özellikle neyzenlikle istihar eden bu degerli mûsikîsinas, II. Mahmûd tarafından Enderûn’a alınmıs ve bir müddet sonra saraya çırak olarak girmistir. Mâbeyne geldiginde, Acemasîran makamından öyle güzel bir ney taksimi yapar ki, dinleyenler mest ü hayran olur. Zirâ, onun gibi bir taksim o zamana kadar hiç duyulmamıstı. Bu hadise üzerine, arkasından su sözler söylenir:

“Sadâsı nâdir bulunan bir hânende olup, neyzenlikte de üstüne yoktu. Öyle ki, Kutbu’n-Nâyî Osman Dede (ö.1730) ve Çalılı Dervis Mehmed Efendi (ö. 1798) dahi bu hususta ona kavusamamıstır.”9

Yaslıya Hürmet: Beylerbeyi hatîpliginde de bulunan Hünkârbegendi Rıfat Efendi, gençliginde gayet güzel Mevlid okurdu. Ancak, XIX. Yüzyılın ilk çeyregine gelindiginde bir hayli yaslanmıs ve “en yaslı mevlidhân” olma sıfatını hâiz olmustur. Bu özelliginden dolayı da sarayda düzenlenen Mevlid törenlerinde, ilk bahir, ihtiyarlıgına hürmeten kendisine okutturulurdu.10

B- Tekkelerde Gerçeklesen Bazı Dinî Mûsikî Hatıraları

Sünbülî Âsitânesi’ndeki Âyin: XIX. yüzyıl İstanbul’unda faaliyette bulunan tarikatlar ve sahsiyetleri hakkında ciddî bilgiler veren Hüseyin Vassâf’ın, seyhlik dönemine yetisip elini öptügü ve duasını aldıgı Sünbülî Âsitânesi seyhlerinden Rızâeddin Efendi (ö.1891)’yle birlikte yasamıs oldugu söyle bir hatırasını da burada yâd etmek istiyoruz:

“Seyh Rızâeddin Efendi’nin katıldıgı zikirlerde sevk-i azîm meydana gelir, i’tinây-ı mahsûs ile İlâhîler ve Na’tlar okunurdu. Hele seyh efendinin Sabâ makamından İbrâhim Bey tarafından bestelenmis olan;

Getür câm-ı serâbı encâm-ı diller sâd-kâm olsun
Tamam itti bizi gam, sâkiyâ gamda kâm olsun

nutk-i serîfleri (ki bunlar kemâl-i asktan zuhûr etmistir) okununca tevhîdhâne yerinden oynar, erbâb-ı zikir cândan geçer bir hale gelirdi. Nihayet seyhi ortaya alırlar ve “Yâ Hay” ism-i serîfiyle zikre baslarlardı. İste o zaman seyhi görmek bahtiyarlıktı. Daha sonra tevhîdhânenin kuru tahtası üzerine oturulurak, kuûd zikrine geçilirdi. Hz. Seyh’in mübârek gözlerinden bosanan kanlı yaslar tahtayı ıslatırdı. Bunu görenlerden bazıları ise kendilerini kaybederek saga sola çarpar ve bu suretle vücutlarında yaralanmalar meydana gelirdi.”11

Hüseyin Vassâf’ın, âdeta video kamerasına almıs gibi tasvir ettigi bu hatırası, Seyh Rızâeddin Efendi’nin sahsında, XIX. yüzyıl Sünbülî Âsitânesi’nde Devrân Zikrinin nasıl yapıldıgı hakkında bilgi vermesi açısından da büyük önem arzetmektedir. Hüseyin Vassâf, XIX. yüzyılın meshur Ussâkî mûsikîsinaslarından Zâkirbası Mehmed Cemâleddin Efendi (ö.1875)’nin, Sünbülî Âsitânesi’nde icra edilen zikirlerde gerçeklesmis olan su hatıralarını da adı geçen eserinde zikretmektedir:

“Persembe günleri, cemiyyet-i zikirde Mülk sûresini cumhûr ile okur, ekseriyetle kuûden zikreder, bazen de zuhûrat-ı ma’neviyye üzere devrâna kalkardı. Dâima asagıdaki İlâhî’yi cumhûr ile okur, Sünbülî usûlü üzerine devrân yapardı:

“Âsitânın senin dâru’l-emândır
Himmet eyle bize Pir Hüsâmeddin.”

Yine birgün cemiyyet-i zikir esnasında zâkirbası Cemâleddin Efendi, Niyâzî Mısrî’nin;

“Halk içre bir âyineyim herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahsi ger yaman görür”

ilâhîsi’ni Durak halinde okumus, akabinde de devrâna kalkılmıstı.”12

Neyzen Sâlim Bey’in Son Taksimi: Ünlü neyzen Sâlim Bey, kıyâmî tekkelerinde düzenlenen zikir meclislerinde, İsm-i Celâl Zikri esnasında Mansûr neyi ile taksim ederdi. Bazen de, griftzen Rızâ Bey ile beraber mûsikî icra ederlerdi. Sâlim Bey neyle taksim ederken, Rızâ Bey de griftle dem tutardı. Bir Ramazan gecesi, Üsküdar’da bulunan Sandıkçı Rifaî Dergâhı’nda, İsm-i Celâl Zikri esnasında Ussâk taksim yapıp, “Kerîm Allah Rahîm Allah” ilâhîsi’nin okunması için Sehnâz makamına geçtiginde, geçirdigi bir kalp krizi neticesinde vefât etti.13

Külhanbeyi Hüseyin Dede’nin İhlâsı: Hem Mevlevî, hem de Halvetî olan Külhanbeyi Hüseyin Dede mevlidhânlıkla ün yapmıs oldugundan, mevlid cemiyetlerine sık sık giderdi. Ancak bu mevlid cemiyetlerinde kendisine teklif edilen agırlıgınca altını almaz, sırf Allah ve Peygamber askına okurdu.14 Bu ihlaslı mûsikîsinasın hânendelikteki kudretini su rivâyet çok güzel özetlemektedir:

“Balıkhâne nâzırı Ali Rıza Bey, Kâdirî seyhi Serefeddin Efendi‘yi ziyaret etmek maksadıyla, bir mukâbele günü Mahmûd Pasa Dergâhı’na gider. Zikredenlerin arasında ihtiyar, eski elbiseli, dervis kılıklı birinin, verilen bir Durak’ı degisik bir üslûpta ve boguk bir sesle okudugunu görür. Peygamberi öven bir Kasîde’yi de ruhları oksayan nagmeler esliginde o kadar güzel okur ki, orada bulunan herkesi costurur. Bunun üzerine onun kim oldugunu soran Ali Rıza Bey’e, Dervis Hüseyin oldugu söylenir”.15

Hüseyin Tevfîk Efendi’nin Okuyusundaki Tesir: XIX. yüzyılın en meshur Mersiyyehânı olarak bilinen ve Gizlice Evliyâ Zâviyesi seyhi olan Hüseyin Tevfîk Efendi, Üsküdar Yeni Câmii müezzinbasılıgının yanı sıra, Celvetiyye’nin Bandırmalı Dergâhı’nda, Mersiyye, Na’t ve Durak da okurdu. Boguk, ancak tahrik edici bir sese sahip olup, çok güzel taksim ederdi. Mersiyye okurken düsüp bayılan ve feryad eden çok olurdu.16

Deli İsmâil Dede’nin Neyzenbasılıgı: Deli İsmâil Dede (ö.1858-63), XIX. Asrın en büyük neyzenleri arasında yer almaktadır. Konya’da bulunan ve Mevlevîligin merkezi olan Çelebîlik makamının o zamanki postnisîni Hemdem Çelebî İstanbul’a geldiginde Deli İsmâil Dede’yi dinlemis, çok begenmis ve hangi dergâha giderse gitsin, neyzenbasılıgın ona bırakılmasını buyurmustur.17

C- Câmilerde Gerçeklesen Bazı Dinî Mûsikî Hatıraları

Hâfız Sâmi ve Tecvîd: Ahmed Midhat Efendi’nin, 1898 yılında, “Tarîk Gazetesi”nde, Hâfız Sâmî hakkında yazdıgı su makale, aynı zamanda bu yüzyıldaki Kur’ân Mûsikîsi’nin mükemmelligini de çok güzel bir biçimde gözler önüne sermektedir:

“Beyazıt Câmi-i Serîfi’nde, Ramazanlarda mukâbele okuyan Hâfız Sâmî Efendi’yi her sene bir iki defa dinlemeye giderim. Bu sene dahi kısmet bu Çarsamba imis. Gittim ve gördüklerimi yazmaya gayret edecegim: Hâfız Sâmî Efendi bu sene mukâbelelerini ögle ile ikindi arasında okuyorlar. Okumasına yakın, kendisine mahsus cemaatı yavas yavas toplanmaya ve câmiyi doldurmaya basladı. Dakikalar geçtikçe herkeste iştiyak artıyor ve hazreti kâriin yolu gözleniyordu. Nihayet Sâmî Efendi göründü ve ortadaki minderin üzerine gelip oturdu. Eûzu besmele çekerek Hicr sûresinden okumaya basladı. O tahrik edici sadâdaki letâfeti kalem tarif ve tayin edemez. Öyleki, tecvîd ilmini tatbikatında hiçbir eksik ve ziyade yoktu. Harfleri çıkarma (mahâric-i hurûf) hususunda asırılık görülmez, ayınları çatlatma ve kafları ilmî mahreclerinden çıkarması, ifrata kaçanların ortaya çıkardıkları letâfetlerle kıyas olunamaz. Bu kırâatın asıl dikkate deger yönü ise mûsikîsidir ve bu hususta Sâmî Efendi emsaliyle mukâyese kabul etmez. Kırâat-ı serîfeye Ussâk makamından girmis, daha sonra Hicâz makamına geçmis, Sabâ ve Nevâ makamlarında dolasmıs, Hüseynî ve Sedaraban nagmelerle dinleyenleri zevkiyâb eyledikten sonra Râst makamına inmis, daha sonra da onun aksamından olan Sûznâk ve Nihâvend nagmeler icra etmistir. İcra esnasında bazen Bayatî, bazen de Sabâ makamlarını müzeyyen olarak kullanmada hakikaten pek büyük bir maharet göstermistir. Sâmî Efendi’nin mûsikî hususundaki en büyük mahareti, hangi makamı icra etmekte ise, o makamdan birer zemin ve birer karar teskil eyledikten sonra, birer de meyan açması ve bu meyanda, o makama yakın makamlara geçkiler yaparak süslemeler yapmasında görülür. Asıl dikkate deger olan yönü de bu mûsikînin dinleyenlere olan tesiridir. Sayıları 400’ü asan cemaatin büyük bir kısmı boyunlarını bükmüs, âbidâne bir sükût içerisinde, gözlerinden yaslar akıtarak okunan mûsikîyi dinliyordu. Hele hele okunan âyet-i kerîmelerin manasına vâkıf olan kisilerin bu okuyustan aldıkları zevkin derecesini, döktükleri gözyasları yeterince izah etmekteydi.”18

Hamîdiyye Câmii’nde Terâvih: Yazmıs oldugu eserlerinde XIX. yüzyılda yasamıs sanatkârlar hakkında önemli bilgiler veren M. Kemal İnal’ın bu konuyla ilgili su hatırasını da burada zikretmek istiyoruz:

“Bahâeddin Bey (ö.1899), tedrîcen miralay ve daha sonra Sultan Abdulhamîd merhûma basmüezzin oldu. Bir Leyle-i Kadir’de, Yıldız Sarayı’ndaki Hamîdiyye Câmii’nde pâdisahın bendegânından bir zâtın delaletiyle, hünkâr mahfilinin arka tarafında, yatsı, terâvih ve tesbîh namazlarını eda ettigimiz bir sırada, Bahâeddin Bey’i, refakatindeki Mûsika-i Hümâyûn’lu arkadaslarıyla beraber müezzinlik ederken ve rekatlar arasında dil-rubâ sadâ ile ilâhîler okurken görüp dinlemis, safâyâb olmus idim.”19

D- Sosyal Hayatta Gerçeklesen Bazı Dinî Mûsikî Hatıraları

Hasan Rızâ Efendi’nin Mevlidhânlıgı: Rifaî tarikatına mensup olan Hasan Rızâ Efendi, XIX. yüzyılın sonlarına mevlidhânlıkla söhret kazanmıs bir mûsikîsinas idi. Topluluklara davetle gitmez, gitse bile baskasının istegine göre degil, kendi istegine göre okurdu. Fakir ve âcizlerin yalvarmalarına ise hiç dayanamaz, isteklerini derhal yerine getirirdi. Bu kıymetli mevlidhânın içinde bulundugu bu ruh hali, millî sâirimiz Mehmet Âkif Ersoy’un, Safahat adlı eserine de konu olmustur.20

İranlılar ve Muharrem Ayı: İstanbul’daki İranlılar da kaldıkları hanlarda ve Karacaahmet’de bulunan Seyyidahmet deresindeki tekkelerinde, Muharrem ayı boyunca geceli gündüzlü mâtem âyinleri yaparlardı. Bu törenleri bir de Sadri Sema’nın agzından dinleyelim: “Sabahın erken saatlerinde Seyyidahmet deresine gelen halk, aksama kadar dua eder, okunan Mersiyyeleri dinler ve yapılan âyine istirak ederdi. Gür ve güzel sesli Mersiyyehânların okumus oldugu acıklı Mersiyyeleri, canhıras feryatlar ve gözyasları takip ederdi. Bu mersiyyehânların en ünlüsü de Arap Ahmed (?) isminde, güzel, gür ve yanık sesli bir adamdı. Ellerini kulaklarına atar, kafilenin ortasında durarak su beyti haykırırdı:

“Yâ sâh-ı Kerbelâ! Ne revâ bunca gam sana / Derd-i demâdem ü
elem-i dembedem sana”. Bu beyti, bütün kafilenin söyledigi;

“Ali!…Hüseyin!…” feryatları takip ederdi. Öyle bir yürekleri parçalayıcı, ruhları yırtıcı ugultularla, iniltilerle…Diger bir mersiyyehân de kafilenin baska bir destesinde, müessir bir sesle aglayarak;

“Berk-i sehâb-ı hadîseden tîgler çeküp / Yer yer havâle-i sühedâ kıldın ey felek!”

beytiyle baslayan Mersiyye’yi okurdu. Böyle acıklı parçalar, can yakan ahlarla, gözyaslarıyla karısır, bu matem kafilesini bir kat daha galeyana getirirdi…”21

Goygoycular: Yine, Muharrem’in 10. gününden itibaren, “Goygoycular” adı verilen, kimi kör, kimi topal, saç sakal birbirine karısmıs dilenciler ortaya çıkardı. Altısar kisilik gruplar halinde dolasarak, evlerden erzak toplarlardı. Bir evin önüne geldiklerinde, baslarında bulunan ve onların gezmelerine yardımcı olan “yedekçi” gülbank çeker, onlar da;

“Kerbelâ’nın yazıları, sehîd olmus gâzileri / Fatma Ana kuzuları, Hasan ile Hüseyin’dir.”

gibi nadide mısralardan olusan ilâhî ve Mersiyeler okur, akabinde de verilen erzagı on iki gözden olusan torbalarına koyarlardı.22

Sonuç
Osmanlı Devleti açısından XIX. Yüzyıl, hemen her alanda bir çöküsün yasandıgı bir zaman dilimi olmustur. Ancak bu yargıdan Türk Mûsikîsi’ni istisna etmek gerekmektedir. Zira, sarayın büyük destegini de arkasına alan Türk Mûsikîsi, İsmâil Dede Efendi (ö.1846), Hacı Ârif Bey (ö.1885), Müezzinbası Rıfat Bey (ö.1888), Zekaî Dede (ö.1897) gibi çok degerli mûsikîsinaslar sayesinde bu yüzyılda altın çagını yasamıstır. Bu degerlendirme, tarih boyunca çok büyük degerler katmak suretiyle Geleneksel Türk Mûsikîsi’nin temelini teskil eden Dinî Mûsikî23 için de geçerlidir. Yukarıda adı geçen büyük mûsikî üstâdlarının elinde sekilenen Dinî Mûsikî, XIX. yüzyılda çok zengin bir repertuara ve icra tarzına sahip olmus ve İstanbul’un dört bir tarafında (sarayda, câmide, tekkede) üstâdâne bir sekilde icra edilmistir. Ancak bu parlak günler fazla uzun sürmemis, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle de sarayın ilgisini ve destegini kaybeden Türk Mûsikîsi, hem Dinî, hem de Lâ-Dinî Mûsikî alanlarında hızla gerilemeye baslamıs, büyük mûsikîsinasların tarih sahnesinden çekilmesiyle de bugün neredeyse yok olma asamasına gelmistir. Yetkililerce; Türk Mûsikîsi ile istigal edenlerin maddî ve manevî açıdan desteklenmesi, Türk Mûsikîsi egitiminin en üst düzeyde verilecegi devlet konservatuvarlarının açılması ve
bu suretle de büyük mûsikîsinasların yetismesine önayak olunması vs. gibi gerekli tedbirler âcilen alınmadıgı takdirde, mevcut olan bu olumsuz durumun daha kötüye gidecegi ise muhakkaktır.
__________________________________
(*) Dr. Yavuz DEMİRTAS, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

1 Câmi Mûsikîsi: “Câmide icra edilen, gerek ibâdet sırasında, gerekse ibâdet öncesi ve sonrasında, çogu zaman irticalî (dogaçlama) olarak, yani hâfızalardaki melodi kalıplarına belirli ibarelerin dösenmesi seklinde ortaya çıkan ses mûsikîsine Câmi Mûsikîsi denir.” (Nuri Özcan, XVIII. Asırda Osmanlılarda Dinî Mûsikî, Basılmamıs Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1982, s. 10-11.)

2 Tekke Mûsikîsi: “İslâm dinî çerçevesi içinde kurulmus olan birçok tarikatta, oturarak ya da ayakta olmak üzere degisik biçimlerde, agır ve yürük usûllerle yapılan zikirlerde, gerek raks için, gerekse kesin bilgiye ulasmak ve kendinden geçip dünyayı unutmak gayesiyle bestelenmis eserlerin bütününe verilen bir addır.” (M. Nazmi Özalp, Türk Mûsikîsi Târihi, c. I-II, MEB Yay., İstanbul 2000, I/111.; Nuri Özcan, “XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Dinî Mûsikî ”, Yeni Türkiye Dergisi Osmanlı Özel Sayısı, c. IV, sy. 34, s. 566.)

3 Türk Din Mûsikîsi: “Hz. Peygamber ve sahabenin tatbikatı ile İslâm tasavvufunun görüsleri dogrultusunda ortaya çıkan Türkler’deki dinî hayat, zamanla câmilerde, tekkelerde ve çesitli tarîkat toplantılarında yapılan ibâdet ve zikir esnasında, birtakım vesilelere binâen ve çesitli kaideler çerçevesinde icra edilen bir mûsikîyi meydana getirmis, buna da Türk Din Mûsikîsi adı verilmistir.” (Özcan, “XVII ve XVIII. Yüzyıllarda Osmanlılar’da Dinî Mûsikî”, s. 565-566.)

4 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlıgı Yay., İstanbul 1987, s. 14.
5 Hızır İlyas Efendi, Letâif-i Vekâyi-i Enderûn, İstanbul 1276, s. 190-191.
6 Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, Haz. Niyazi Ahmet Banoglu, Tercüman 1001
Temel Eser, İstanbul Tarihsiz, s. 140-141.
7 Hızır İlyas, a.g.e., s. 87.
8 Hızır İlyas, a.g.e., s. 55.
9 Hızır İlyas, a.g.e., s. 189.
10 Hızır İlyas, a.g.e., s. 48.
11 Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Çev. Mehmet Akkus-Ali Yılmaz, c. I-V, Sehâ Nesriyat, İstanbul 1999, III/306-308.
12 Vassâf, a.g.e., IV/325, 332, 339.
13 Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, c. I-II, Kültür Bakanlıgı Yay., Ankara 1990, II/259-260.; S. Nüzhet Ergun, Türk Mûsikîsi Antolojisi (Dinî Eserler), c. I-II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1942, II/502-503, 561 ; M. Kemal İnal, Hos Sadâ, İs Bankası Yay., İstanbul 1958, s. 259-260 ; Nazmi Özalp, Türk Mûsikîsi Târihi, I/582-583.; Halil Can, “Neyzen Sâlim Bey”, Mûsikî Mecmûası, Ocak 1968, sy. 230, s. 6.; Süleyman Erguner, “XIX. Asır Neyzenleri”, Tasavvuf Kitabı, Haz. Cemil Çiftçi, Kitabevi Yay., İstanbul 2003, s. 490-491.

14 Ergun, a.g.e., II/444, 469 ; Öztuna, a.g.e., I/358 ; Özalp, a.g.e., I/567-568. Fırat Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 13:2 (2008)
15 Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, s. 283-284.
16 H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1980, s. 223-224.; Ergun, a.g.e., II/479.; Özalp, a.g.e., I/638.
17 Özalp, a.g.e., I/568-569.; Öztuna, a.g.e., I/393-394 ; Ergun, a.g.e., II/500-501.
18 Ali Rıza Sagman, Meshur Hâfız Sâmi, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul 1947, s. 127-129.
19 İnal, a.g.e., s. 103.
20 Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Akvaryum Yay., İstanbul 2006, s. 484-488.
21 Sadri Sema, Eski İstanbul’dan Hatıralar, İletisim Yay., İstanbul 2000, s. 100-101.
22 Ali Rıza Bey, a.g.e., s. 86 ; Sema, a.g.e., s. 98-99.; Nuri Özcan, “Goygoycular”, Diyânet İslâm Ansiklopedisi, c. XIV, İstanbul 1996, s. 121-2.; Ekrem Talu, “Goygoycular”, Resimli Târih Mecmûası, c. III, sy. 36, İstanbul 1952, s. 1928-1930.; M. Zeki Pakalın, “Goygoycular”, Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlügü, c. I-III, İstanbul 1993, I/673-674.

23 Lâle Akay Umul, “Türk Dinî Müzigine Genel Bakıs ve Bugünkü Durumu”, Folklor- Edebiyat Dergisi, c. IX, sy. 36, İstanbul 2003/4, s. 90. Fırat Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 13:2 (2008) ……………., “Goygoycular”, Diyânet İslâm Ansiklopedisi, c. XIV, İstanbul 1996, s. 121-122.

KAYNAKLAR
ALİ RIZA BEY, Bir Zamanlar İstanbul, Haz. Niyazi Ahmet Banoglu, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, Tarihsiz.
CAN, Halil, “Neyzen Sâlim Bey”, Mûsikî Mecmûası, sy. 230, Ocak 1968, s. 6.
ERGUN, Sadettin Nüzhet, Türk Mûsikîsi Antolojisi (Dinî Eserler), c. I-II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1942.
ERGUNER, Süleyman, “XIX. Asır Neyzenleri”, Tasavvuf Kitabı, Haz. Cemil Çiftçi, Kitabevi Yay., İstanbul 2003, s. 476-502.
ERSOY, Mehmet Âkif, Safahat, Akvaryum Yay., İstanbul 2006.
GÖLPINARLI, Abdülbaki, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap Kitabevi Yay., İstanbul 1953.
HIZIR İLYAS EFENDİ, Letâif-i Vekâyi-i Enderûn, İstanbul 1276.
HÜSEYİN VASSÂF, Sefîne-i Evliyâ, Çev. Mehmet Akkus-Ali Yılmaz, c. I-V, Sehâ Nesriyat, İstanbul 1999.
İNAL, M. Kemal, Hos Sadâ, İs Bankası Yay., İstanbul 1958.
ÖZALP, M. Nazmi, Türk Mûsikîsi Tarihi, c. I-II, MEB Yay., İstanbul 2000.
ÖZCAN, Nuri, XVIII. Asırda Osmanlılarda Dinî Mûsikî, Basılmamıs Doktora Tezi, MÜSBE, İstanbul 1982.
……………., XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Dinî Mûsikî”, Yeni Türkiye Dergisi (Osmanlı’nın 701. Kurulus Yıldönümüne Özel), sy. 34, İstanbul 2000, s. 564-574.
ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, c. I-II, Kültür Bak. Yay., Ankara 1990.
……………., Dede Efendi, Kültür Bakanlıgı Yay., İstanbul 1987.
PAKALIN, M. Zeki, “Goygoycular”, Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlügü, c. I-III, İstanbul 1993, I/673-674.
SEMA, Sadri, Eski İstanbul’dan Hatıralar, İletisim Yay., İstanbul 2000.
SAGMAN, Ali Rıza, Meshur Hâfız Sâmi, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul 1947.
TALU, Ekrem, “Goygoycular”, Resimli Târih Mecmûası, c. III, sy. 36, İstanbul 1952, s. 1928-1930.
UMUL, Lâle Akay, “Türk Dinî Müzigine Genel Bakıs ve Bugünkü Durumu”, Folklor-Edebiyat Dergisi, c. IX, sy. 36, İstanbul 2003/4, s. 81-97.
YILMAZ, H. Kâmil, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1980.

* * *

Memories of Religious Music of Istanbul in The XIX. Century

Abstract: The 19th Century at which the Turkish Music had its golden age was also
the golden age of the Religious Music that is another branch of the Turkish Music. The
best samples of this music were given in Istanbul which was the capital and the most
important cultural centre of the Ottoman Empire. In councils, where the Religious
Music was held and which gave huge impress upon people by taking the support of the
palace and sects, some other events occured about the music art. In this article, we are
going to mention some of memories of these reports.

Not:
Bu yazı Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 13:2 (2008), Ss.327–337 ‘de yayınlanmıştır.




Hoşgeldiniz