“Hasbihaller” ile Hasbihal… Fırat Kızıltuğ


Toplam Okunma: 4064 | En Son Okunma: 07.05.2024 - 21:57
Kategori: Tarih ve Anılar

Bu yazımızda Zeynep Uluant’ın “Hasbihaller” adlı kitabında isimleri geçen zatların bazılarıyla, aramızda cereyan eden beraberlikler ve hâtıra kabilinden notlara yer verdik. Yakından tanıdığım bu zatlarla ilgili satırlar, belki ileride, meraklısının dikkatini çeker. Süheyl Ünver hoca, “Her ne gördüyseniz yazın, ummadığınız yerde lüzumlu olur.” mealinde bir tavsiyede bulunuyor. Biraz da hocanın bu icâzeti, bizi cesaretlendirdi… Rüştü Eriç, Nevzad Atlığ ve Alâeddin Yavaşça

RÜŞTÜ ERİÇ

İleri Türk Mûsikisi Konservatuarı Korosu’nu, benim talebeliğim sırasunda Hulki Aksoy yönetirdi. Her Çarşamba, saat 21 de koro canlı yayınla Radyoda program yapardı. Koroyu, Hulki Aksoy yönetir, Anonslar, “Lâika Karabey Yönetimindeki…” şeklinde yapılırdı.

Hulki Aksoy, makine tahsili ile ilgili olarak Avusturya’ya gidince, Koroyu Rüştü Eriç Hoca yönetmeğe başladı. İlk çalışmada Dede’nin Sultaniyegâh takımına çalışıyorduk. O gün yaptığı taksim halâ kulaklarımdadır. Hoca radyo sanatçısı olduğu için, bizim için çok kıymetli ve hayranlık duyduğumuz kişilikti. O zamanlar radyoda çalmak veya herhangi bir şekilde radyoya girip çıkmak büyük bir meziyet ve ayrıcalıklı olaydı.

Radyoda bir de her Perşembe 15.45 te yayınlanan, “Lâika Karabey ve arkadaşlarından saz eserleri” programı vardı. Rüştü hoca bir programa katılamayağı için, bana ud çalmam yeklif edildi. Hoca’nın udunu alarak yayına girdim. Ara taksimini de ben yaptım. Yayın bitip stüdyo dışına çıkınca, radyonun saz sanatçılarından bir gurupla karşılaştık. Hüsnü Coşar: “Deminki taksimi kim yaptı?” diye sordu. “Ben yaptım” diye cevap verdim. “Kardeşim, şimdiye kadar neredeydin? Üslûbun çok dikkatimizi çekti. “Ben çekinerek, ‘Ben udî değilim. Viyolonsel çalışıyorum Rüştü hoca gelemediği için onun yerine yayına girdim” dedim.

Rüştü Hoca ile daha sonralar, konserlerde, radyoda çok karşılaştık. Ben ona hürmet ettim, O da sevgisini hiç esirgemedi.

_______________________

NEVZAD ATLIĞ

Nevzad Beyin adını, Üniversite Korosunu yönettiği 50’li yılların başında İstanbul Radyosu’ndan duydum. İstanbul’a geldiğim zaman, Küçük Koroyu, Üniversite Korosunu yönetiyor ve Radyo Müdürlüğü görevlerinde bulunuyordu. Radyoda, Bülent Akpınar takma adıyla keman çalıyordu. Mûsikî câmiâsının sürekli gündeminde olan kişiydi.

Belediye Konservatuarının, Melâhat Pars yönetimindeki Talebe Korosunda viyolonsel çalıyordum. Şan sinemasındaki konser sonunda Nevzad Bey, hepimizi tebrik için sahne arkasına geldi ve tanıştık. Bana özel bir ilgi gösteriyordu. Ayrıca Levent’teki Karanfil Sokak’ta oturuyordu. Ben de Yeni Karanfil’de idim. Sık sık karşılaşıyor ve konuşuyorduk. 1963’te Yeni Komedi Tiyatrosu’nda düzenlenen “Yahya Kemal’i Anma Konseri”ne katılmamı istedi. Bu konser, büyük ustalarla beraber olduğum ilk konserdir.

Konserde, Ulvi Erguner, Niyazi Sayın, Sadi Işılay, Vecihe Daryal, Necdet Yaşar, Cüneyd Orhon, Cüneyd Kosal, Kemal Gediz ve ben saz topluluğunu teşkil ediyorduk. Radyo ve İcra Heyetinin en kıymetli ses sanatkârları ve sanatkâr adayı konservatuar öğrencileri de koroyu teşkil ediyordu. Bu konser için, herkes tek tip Horozlu müessesesinden smokin kiralamıştı. Provada, Nevzad Bey, “Konser öncesi hepiniz banyo alın ve saçınızı kaşımayın.” tembihinde bulundu. Hanımlara: “Bakımlı fakat sade bir makyajınız olsun. Aşırı mücevher takmayın.” dedi. Provalarda, salonun en arkasına kadar gider, her noktadan, koroyu dinlerdi. Notalar son derece titizlikle seçilir, okunaklı ve düzeltilmiş olarak sehpalara yerleştirilirdi. Böylece hocanın titizliklerine alıştım ve benden öncekilere uyum içinde hem de zevk alarak katıldım.

İcra Heyeti imtihanına girdiğim zaman, imtihan heyetinde Nevzad Bey de vardı. O gün çaldığım Rauf Yekta’nın Mâhûr Peşrevini uzun yıllar unutmamış ve hatırlatmıştır.

1974’de İtalya’da idik. Kapri Adası’nın dar sokaklarında Necdet Yaşar’la beraber dükkânları seyrederek geziniyorduk. Nevzad Bey birden karşımıza çıktı. “Herkes bir yere dağıldı ben yalnız kaldım” deyince “Hocam buyurun beraber gezelim.” dedik, Kapri’nin korsanlardan kalma dar sokaklarında dolaştık.

1976 da Devlet Korosunu kurunca İcra Heyetinden ayrılıp, bu kuruluşa geçtim.

Esasen bizler, Türk Musikîsinin İstiklâl Savaşını gerçekleştiren topluluk içinde idik. Nevzad Bey, yanıbaşında hazır ve nâzır olduğumuzu bilir ve güven içinde mücadelesini sürdürürdü. Bu mücadele çeyrek yüzyıl sürmüştür. Halen de devam etmektedir. Nevzad Bey ve bizlerin dayanışması, Türk Mûsikîsinin dokunulmazlığını sağlamıştır.

Yukarıda andığım konserden itibaren 35 yıl kadar bir zaman hiç ayrılmadık. Yurt içinde ve dışında her zaman beraber olduk. Belki de Nevzad Beyin yanında en uzun süre kalan sâzende benim. Saz heyetinin sağ başındaki yerim hep belliydi ve kendisi emekli oluncaya kadar yerim değişmedi.

80 ihtilâlinin akabinde, Ankara’da Resim ve Heykel müzesinde ve Harp Okununda konserler vermiştik. Konser sonrası Stad Oteli’nde toplandık. Nevzad Bey, “Aranızda şiirler yazıyormuşsunuz. Bu akşam çok mutluyum, her ne yazdınızsa okuyun, çekinmeyin” dedi. Bizim uzatmalı ve nöbetçi şâirimiz, İrfan Doğrusöz idi. Onun yazdığı şakalara ben de karşılık veriyordum. İrfan ağabey, bir ara Sevgili Aylâ Büyükataman’ın soyadının son hecelerini, “Büyük at (uydur) aman” şeklinde kâfiyelendirdiği şiiri okudu. İsmail Baha Sürelsan o kadar beğendi ki, tekrar ettirdi. İsmail Baha bey, cebimdem siyah kaplı bir defter çıkardı. Sayfaları kurcalarken ben eğilip dikkatle bakınca : “Seçmiyorum, arıyorum” dedi. Eski Türkçe ile yazdığı Kazak Abdal’ın meşhur nutuk’unu okudu.

Bu arada Cüneyd Kosal, hemen hemen hepimizi hicvetmişti. En keskinleri de Necdet Yaşar’la benim nasibime düşmüştü:

İrfan’a bakar da şiir yazar,
Kişi refikinden azar,
Fırat’ın elinde hızar; (Viyolonsel yayını hızar diyor)
Vezin kâfiye tutar mı hocam?

Ben de hemen bir karşı manzume ile cevap vermiştim:

Kaanun kalabalık telli sazdır,
Bir şeyler çıkar fâreyi gezdir.

Cüneyd Abi, tek tek yazdığı on hecelik dörtlüklerinden birinde de Necdet abiye dokundurmalar yapıyordu:

Salla Necdet tanburun sapını,
Matbaadan doldur küpünü.

Necdet ağabey de taksim yapar gibi cevabı geciktirmemişti;

Derviş kanunîmiz elhak pek usta,
Kuliste kahraman, mecliste …… .
En kadîm dostuna indürüp muşta:
Necdet’i meydâne sürer mi hocam.

Buradaki “hocam” hitaplarının hepsi, Nevzad Beye soruluyordu.

Bu şiirleşmeler sonunda ben, şiir yazmaya başladım.

Radyoda bir gün kayıt yapıyorduk. Nevzad Bey, kayıt odasından icrâyı dinliyordu. Bir ara dahilî hoparlörden seslendi. “Biraz sert çalıyorsunuz. Daha yumuşak çalın.” Cahit Peksayar, bize döndü “Vernelleyin arkadaşlar” dedi. Açık mikrofondan bunu duyan Nevzad Bey, tekrar içeriye seslendi. “Verneller misiniz Yumoş mu kullanırsınız, orasını siz bilirsiniz. İyice yumuşak ve hafif çalın.”

Bir de “son defa”mız vardı. Nevzad Bey, bazı saz parçalarını defalarca tekrarlatırdı. Ve her seferinde “son defa” derdi. Cahit Peksayar bu tâbiri “son defa on defa” yaptı. Ben de tamamladım. “Son defa, on defa, bilemedin yüz on defa!”

Devlet Korosunda acı-tatlı, mayhoş-buruk, ama hepsi dolu ve kıymetli yirmibeş yıl geçirdim. O topluluktan ayrılırken üzülmedim değil. Kopamayacağım arkadaşlarım vardı. Yalnız bir kişiyi affetmeyeceğim. Onu, “Kırromatik” başlıklı hicviye ile yerdim. Ama yayınlamayacağım. Değmez.

74 yılında birgün Etilerdeki evimizin kapı zili çalındı. Ben çocukla meşguldüm. Eşim misafiri karşıladı. Ses yabancı değildi. Salona girince Nevzad Beyi gördüm. Çok şaşırmıştım. Bir taraftan da bir büyüğümüzü evimize kadar yormak zorunda bıraktığım için sıkıntılıydım. Aramızda şu konuşma geçti:

-Neredesin evlâdım?
-Ne için hocam?
-İstanbul Festivali başladı, dün ilk konseri de verdik. Sen ortalarda yoksun.
-Hocam sizden haber gelmeyince……
-Habere ne lüzum var? Sen koronun elemanısın. Bu akşam Büyükada konserimiz var. Dolmabahçe’den motor kalkacak. Smokinini giy, sazını al hemen gidiyoruz.
-Ama eserleri bilmiyorum.
-Hepsi bildiğpin şeyler.

Bu olay geçtiği zaman, Devlet Korosu kurulmamıştı. Ama konser heyetimiz, her şeyiyle hazırdı. Esasen Devlet Korosu, 1976 da kurulmamıştır. En az yirmi yıl önceden teşekkül etmeğe başlamıştır. Ancak Devlet nezdinde kabul görmesi ve kurumlaşması 76 da gerçekleşmiştir.

Muhteşem İcrâ Heyetini, belki Nevzad Bey kurtarabilirdi. Hatta Belediye Konservatuvarı’nın Türk Mûsikîsi bölümünü de ıslâh edebilirdi. İTÜ Konservatuvarı’na ve Devlet Korosu’na gerek kalmazdı. Ama ortaya çıkan Mûsikî İttihatçıları, kurumu erite erite önce İcrâ Heyetini, Hicran Heyeti (!) haline getirdiler ve tükettiler. Şimdilerde taş üstündeki yazısı, akşam güneşiyle kızarıyor. Gündüzleri kirli-beyaz sathı ile isim olarak bir süre daha Türk Mûsikîsi düşmanlarının sinirini oynatıyor. Eski Belediye Konservatuarının, batı müziğini bile yapamayan zavallı çömezleri, salla başı al maaşı’cılık oynuyor. Bir sürü batı müziği yapmaya çalışan Türk, sağırlar diyalogu oynuyor.

Mısır seyahatlerinin birinde, sevgili Yılmaz Özer, viyolonselimi aldı, taşıyıcı arabalardan birine âdeta zorla yükledi. Koşar adım arabayı sürerken bir yere çaptı ve viyolonselin sapını kopardı. Nevzad Bey, “Üzülme, Kahire’yi gez, dolaş. İstanbul’a gidince yaptırırız.” dedi. Böylesine de anlayışlı davranırdı bize.

Şunu da arzedeyim, herhangi bir mekâna bir müzisyen az, ikisi fazladır. Yüz kişide yüzbir karakter vardır. Nevzad Bey, doksan kişilik, hem de müzisyen şahsı bir arada tutabilmenin doktrinini de vâ’zetmiştir.

Nevzd Beyin hiç unutamadığım bir cümlesi vardır: “Kime güvendi ve yardım etti isem, kaftanının altından bir yatağan çıktı.” Doğrudur, bunların içinde biri var ki, bir hiç iken, Nevzad Bey onu koronun başına koştu. Bu renksiz, kokusuz, hava civa adam, kendisine bağışlanan devleti hazmedemedi. Fecî bir düzenle âdeta kovuldu. O zamanlar, Nevzad Bey ve bizler, koronun selâmeti için sustuk. Hâlâ susarız. Çok şükür ki, koro bu günlerde rahat nefes alır hâle geldi. Kurumlaşmanın değerini ispata çalışıyor. Bu konser döneminde bu sayfalarda yedi yazı yayınladım. Önceleri böyle bir şey aklımın köşesinden geçmezdi. Gelecek yıl da değerlendirmelerimize devam edeceğim.

Esasen yazılarımın satır aralarında gizli kanaatleri-eğer okuyorsa- en iyi Nevzad Bey değerlendirir. Levent Karanfil Sokak’ta yan yana gezerek, Türk Mûsikîsinin dünü-bu günü ve geleceği hakkında konuştuklarımızı kaleme alıyorum. Yazdıklarım, Onun ve mûsikî âlemindeki büyüklerimin, telkinleri, iş’arları, konuşmaları, örneklemelerini, özetliyorum. Büyük Arel ekolünden klâsik müzik dünyasına katılabilen tek üye benim ve Büyük Türk Mûsikîsinin savunmasını yapıyoruz. Hâlbuki savunmada değil, en ön safta yer almalıydık. Bu bölümü, Mehmed Ağa’nın Zâvil eserindeki mısrâ ile bağlayacağım

“Bulunmaz Nevcivansın hem de mi ağyarsın Hayfâ!”

__________________________

ALÂEDDİN YAVAŞÇA

Turhal Ortaokulu’nun son sınıfındaydım. Arkadaşım Köksal Kalpakçı, “Dışarıya gel, genç bir çocuk radyoda şarkı söylüyor, sesi çok güzel. Bahçeye çıktık, köşedeki hoparlörden Ankara Radyosu, “Ümitsiz bir aşka düştüm ağlarım ben halime” mısra’ı ile başlayan şarkıyı yayınlıyordu. Daha sonra, plâğa okuyanın Alâeddin Yavaşça olduğunu, şarkının bestecisi, aynı zamanda doktor olduğunu, Radyo Haftası dergisinden öğrendik.

Orta dalga İstanbul Radyosu, sadece geceleri dinlenebilirdi.Yalnız, gazete ve mecmualarda programlar yayınlandığı için, Radyo programlarını bilerek takibederdik.

Dr. Alâeddin Yavaşça adının adeta esiri olmuştuk. Çok halâvetli ve benzeri olmayan bir sesti. O günlerde ben yeni yeni ud çalmaya başlamıştım. Hemen şarkıları ezberler ve saatlerce çalar söylerdim. İstanbul’dan, Şamlı İskender’den şarkı notaları getirtir ve çalışırdım. Etrafımda benim çalgımın eşliğinde söyleyen ve şarkıları ezberleyen bir gurup arkadaşım vardı. Yalnız benden üstün ve öğretici olacak hiç kimse yoktu. Babam, sadece batı müziği biliyordu. Notaları öğrenmiştim ama, makam bilgisi ve nazariyat bilmiyordum. Uygulamalarla sadece tanıyabiliyordum. Trabzon Öğretmen Okulu’nda okuduğum zaman da durum değişmedi. 56’da İstanbul’a gelince, nazariyat, usûl, makam, solfej öğrenebildik. Böylece bu güne kadar kapatamadığım bir onbeş yıllık kayıp zaman sahibi oldum. Bu kayıp zamana her vakit yanmışımdır.

Bize yol gösterecek kimse olmayınca tek sığınak kalıyordu, Radyo.

Radyo, okullarda ve resmî kurumlarda resmen yasak edilen Türk Musikîsinin dinlenebileceği tek kurumdu. Bizler, radyo nesliyiz ve bu yolla çok sağlam kültürel altyapı edindiğimize inanıyorum. Şimdiki televizyon nesli ile kıyaslanınca bizim çıtamız çok yükseklerde kalır.

İşte bu sebeple, kaliteli Türk Mûsikîsini öğrenebileceğimiz tek yer olan radyoya vurgunduk. Oradaki en kaliteli sesin sahibi de Alâeddin Yavaşça idi.

Bir akşam yayını dinlerken bir takdim duyduk. “Şimdi, Lem’i Atlı’nın Uşşak şarkısını dinleyeceksiniz. Bu imtidâd-ı cevre kim bahtın şitâbı var.”

Bu takdimi duyar dıymaz babamla ben ayağa fırladık. Babam, “Eyvah, doktora bir ziyan gelmez inşallah.” dedi. Heyecanlı olmakta haklıydık. Çünkü şarkı, Cumhuriyet’in ilân edildiği günlerden beri yasaktı! Rivayete göre, İstiklâl Mahkemesi’nin astırdığı Ziya Hurşit’e son arzusu sorulduğunda bu şarkıyı söylemiş ve iskemlesini tekmelemiş.

70’lerde İstanbul televizyonu yayına başladığı vakit, Alâeddin ağabeye yayınlarında refakat ettim. Bir yayında Sûzidilâra besteyi okuyordu. Fakat, band istediği gibi olmuyordu. Neyzen Akagündüz: “Abi, ellerini cebine soksana!” dedi. İki elini pantolon ceplerine soktu ve okumaya başladı. Meğer radyoda bu alışkanlığa sık sık baş vururmuş. Bant bir çırpıda bitti. Görüntü kaydı için Teknik Okula gittik. Bej bir pantolon ve koyu bir ceket giymişti. Görüntü kaydı bitti. Alaeddin ağabey, seyrederken “Bak bak pantolon düştü.” dedi, gülüştük. Meğer kemer o anda gevşemiş, çekim esnasında düzeltemeyeceği için, ancak kendisinin fark edebileceği kadar paçaları ayakkabılarının üstüne biraz inmiş. İstanbul Festivali ve Devlet Korosu’ndaki sololarında yine viyolonselimle eşlik ettim.

Stüdyoda kayıt yaparken bir husus dikkatimi çekti. Alâeddin ağabey’in mikrofondan geçmeyen saf sesi, çok yakıcı ve bambaşka idi. Kesik uçlu mürekkepli kalemlerle yazdığı bazı notaları saklıyorum. Çok mükemmel ve hepsi kendi el yazısıyla kayda alınmış nota koleksiyonuna sahiptir ağabeyimiz.

85’te bir Konya seyahatimiz oldu. Boş bir akşam Konya’da gezinti yapıyorduk. Arkadaşlar biraz geride kaldı. Biz önde idik. Beni sağına alarak Şevkefzâ besteyi okumaya başladı. Sol koluma da girmişti. Ben hiç ses çıkarmadan, adımlarımı bile ihtiyata alarak, büyük ustayı dinliyordum. Bir insan ömründe nadiren rastlanacak bir olaydı yaşadığım. Konya Lisesi’nin önünden geçerken: “Bak Fırat, şu pencere benim bu okulda okuduğum zaman kaldığım odanın penceresidir.” dedi. Şevkefzâ takımın diğer eserlerini okumaya devam etti.

Bu gezintiden sonra Sadrettin Özçimi’nin pederinin evine gittik. Çay kahve içerken ben Turhal’daki olayı anlattım ve sordum “Ağabey sen o zaman şarkının yasak olduğunu biliyor muydun?” “Elbette, bak olayı anlatayım. Menderes İstanbul’da idi. Ben de o gece şarkı okuyordum. Bir ara sordu: Doktorcuğum, ‘Bu imtidâd-ı cevre kim bahtın şitâbı var’ şarkısı, repertuarınız da var mı?’ Ben de, ‘Var efendim. Size okuyayım, yalnız, yasak kalktı mı?’ diye sordum. Menderes gülerek ‘Kalktı kalktı, hem de ilk radyo programında okursanız dinlemekten haz dıyacağım’ dedi. Böylece şarkını yasağı kalktı, işte senin dinlediğin o günlerdeki ilk yayın buydu.”

Konya Konseri’nden sonra Ankara üzerinden uçakla beraber İstanbul’a geldik. Yeşilköy’de arabasını beklerken, yol kenarındaki bir hanıma yaklaştı. Yanındaki, valizini sessizce geri çekti. Hanım bir ara valizine baktı. Yanında göremeyince paniğe kapıldı. Bu arada bizi gördü. Bu hanımefendi, bülbül-i şeydâmız Neriman Altındağ idi.

Alâeddin ağabey, çok özel bir selâmlama ile beni karşılar. Sadettin Kaynak’ın bestelediği, güftesini Vecdi Bingöl’ün yazdığı “Bingöllerden süzülürsün inersin, / geçtiğin yaylâlar serin mi Fırat?” şarkısının baştarafını okumaya başlar. Radyoda, Konservatuarda, yolda nerede karşılaşsak, Ağabeyin bu iltifatına mazhar olurum.

Bir gün de şu beyanda bulunmuştu. “Ben, Münir Bey Paris’e gitmeden önce yaptığı plâkları dinlediğim için Alâeddin Yavaşça oldum.”

Bir gün de eşimle Haseki Hastanesi’ne öğrencimiz, Oya Uygur’u (Bayramiçli) görmeye gitmiştik. Başhekim olan Alâeddin ağabeyin odasına da uğradık. Bizi bırakmadı, çay-kahve ikram etti. Dış kapıya kadar da bizi uğurlamaya geldi. Böylesine de mütevâzı bir büyüğümüzdür ağabeyimiz.

15 Mayıs 2007 Atalar
___________________________________

http://sanatalemi.net/Sayfala.asp?nereye=yazioku&ID=1714




Hoşgeldiniz