Selahaddin İçli Hocamızdan Bir Hoş Sada(2002)… Dr. Gözde Sarı


Toplam Okunma: 3938 | En Son Okunma: 30.04.2024 - 19:59
Kategori: Tarih ve Anılar

Bugün bestecimiz merhum Prof. Dr. Selahaddin İçli’nin doğum yıldönümü(1923). Aramızdan ayrılışı ise 14 Ekim 2006.  Her şey bu dünyada hoş bir sada. Yaşananlar, makamlar, maddiyatlar… İnsan bu duyguyu; yaşanımlarını arttırdıkça, hayat-yaşam-iş konusunda deneyimlerini gelecek açısından değerlendirdikçe daha iyi anlıyor…  Sevgili hocamızı, Sn. Dr. Gözde Çolakoğlu’nun 2002 yılında, İTÜ TMDK’da kaydedip kaleme aldığı  bir röportajla yadediyoruz(M.D.)…

“20. Yüzyıl Türk Musikisi’nde Prof. Dr. Selâhattin İçli” başlıklı çalışmam Selahâttin Hoca için büyük bir sevinç kaynağı olmuştu. Bir sene boyunca yaz tatili dahil olmak üzere Salı ve Cuma günleri kendisiyle çalıştık. İlk önce hayat hikâyesini uzun uzun dinledim. Ardından yaptığı bütün eserlerin hikâyesini sıkılmadan anlattı hoca bana. Her eserini form, usul, melodik yapı, güfte, vezin özelliklerini göz önüne alarak analiz ettik. Yüzyıl besteciliği içinde değerlendirdik. Hoca ile bu çalışmamız bir sene boyunca devam etti. Çalışmamın içeriğini konu açısından önemli üstat, bestekâr, icracı ile yaptığım röportajlarla destekledim..

Selâhattin Hoca hep şöyle derdi: “Öldükten sonra çocuklarıma böyle bir eser bırakabileceğim için sana teşekkür ederim.”

Şimdi esas ben Selahattin Hocama bana tüm öğrettikleri, desteği ve hoşgörüsü için teşekkür ediyorum… Aşağıda hocamızın kendi ağzından kaydettiğim otobiyografisini  sizlerle paylaşıyorum…

Hocamızın ruhu şad olsun…

Prof. Dr. Selahattin İçli röportajı (2002 Temmuz)… Gözde Çolakoğlu
Maçka/ İstanbul

Gözde Çolakoğlu : Hayat hikayenizden bahsedebilir miniz ?

Selahaddin İçli: “6 Ekim 1923’de İstanbul Beşiktaş’ta doğdum. Babam İbrahim İçli, I. Dünya Harbi yıllarında ‘Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ bünyesinde açılan ‘Beşiktaş Musiki Kulübünde’ müzik eğitimi almış. Amcazâde ve teyzezâdesi Şerif İçli de Udi Nakiye Hanım’dan ud dersi almaya devam ederken, o da bu kulübe katılmıştır. Ayrıca bu kulüpten yetişenler arasında Kemani Hakkı Derman ve Selâhattin Pınar’ı da sayabiliriz. Musiki hocaları; Neyzen İhsan Bey imiş. Yıllarca ilk temel bilgileri babamdan aldığım için, önce onun yetiştiği ortamla söze başlamak istedim. Babam bu çalışmalara sesi ile katılmış.

Kendimi bilinçli hatırlayabildiğim yaşlarda (zannederim 5-6) babamın bütün zevkinin evinde şarkı söylemek olduğunu gördüm. Ömrü boyunca da müzik zevkini evinde bizimle paylaşan bir yapısı olmuştur. Yıllarca bir teyp gibi babamla beraber ben de şarkı söyledim. Zaman zaman 2 kız kardeşim de bu müzik fasıllarına katılırlardı. 12 yaşımda iken meşk usulüyle birlikte, babamdan makam ve usul dersi de almaya başladım. Bu yolla yıllardır yapmakta olduğum icrayı, gerekli bilgiler üzerine yerleştirme eğilimine de başlamış olduk. 17 yaşında ise bu birikim beni beste yapmaya doğru götürdü. Babamdan Türk Musikisi’nin klasik-neo klasik ve güncel çok geniş çapta bir repertuarını elde etmiştim. Niçin besteciliği seçtiğimi kesinlikle bilmiyorum. Ancak 17 yaşında başlayan şiddetli beste yapma arzusu, ömrüm boyunca devam etti. Babamla çalışmalarımız meşk tarzında idi. Meşk usulü, birçok kimse için eleştiri konusu olmuş hatta geri bir uygulama gibi görülmüştür. Halbuki günümüzde dahî meşk usulü kişinin gelişimi açısından son derece lüzumlu bir çalışma şeklidir. Her meslekte belirli bilgiler ve teknik yanında, ustadan yetişene aktarılacak yöntem ve üslûp gereklidir. Ben bu yaşımda hâlâ babamdan meşk yoluyla geçtiğim eserleri kusursuz söylerim. Bu düşünce, nota gibi muhakkak öğrenilmesi gereken bir müzik yazısının önemini zedelemez. Müzik eğitiminde nota yazısını mutlaka kullanmak ve eseri hafızaya kaydetmek yöntemini asla ihmal etmemek gerektiği inancındayım. Ayrıca müzikte usta-çırak ilişkisinin önemini inkâr edemeyiz.

Babam 1927-1960 arası Balıkesir’deki bir İngiliz şirketinde (Borax Consolidated Limited) çalıştı. Bu yıllar içinde gelip, giden İngilizlerden plaklarını satın almayı alışkanlık haline getirmişti. Böylece çocukluğum ‘sahibinin sesi’ bir gramofonun başında 700 kadar plakla bir nevi oynayarak geçmiştir. Bu 700 plağın 500 kadarı o dönemin Avrupa klasikleri ve Avrupa hafif müziği eserleriydi. Belki de bestecilik alanında farklılaşmamda bu plakların da etkisi olmuştur. İşte bu yıllarda notayı belirli nispette öğrendim.

1943’de tıbbiyeye başladım. Bir aile dostumuz müzikteki bu hevesimi görünce beni Kanuni Ekrem Karadeniz’e götürdü. Ekrem Bey gözlerinin birden görmemesi nedeniyle Tekel Müfettişliği’nden emekli olarak evinde oturmaya mahkum olmuştu. Ekrem Karadeniz Abdülkadir Töre’nin öğrencisi idi. Hocasından hem musiki nazariyatını, hem de müziğe ait mükemmel bir eğitimi almış bir kişi idi. Ekrem Bey ile çalışmamız, gözlerini kaybetmesinden sonra hem kendisi için, hem benim için, hem de kısa zaman içinde oluşan 5-6 kişilik grubumuz için çok faydalı olmuştu. Her cumartesi öğleden sonra en aşağı 6 saatlik bir müzik çalışması yapardık. Ben nota, nazariyat ve ud icrasında yıllarca Ekrem Hocamdan çok faydalandığımı söyleyebilirim.

Başlangıçta zikrettiğim gibi babam İbrahim İçli ve Selâhattin Pınar Beşiktaş Musiki Kulübünde beraber olmuşlardır. 1942-1943’de tıbbiyeye kayıtlı olduğum zaman babam bana Selâhattin Pınar’ a hitaben yazılmış bir mektup verdi ve onunla tanışıp, tavsiyelerini almamı istedi. Büyük bir heyecanla Selâhattin Pınar’a giderek, mektubu verdim. Kısa bir süre sonra benden bir şarkı okumamı istedi. Ben de ‘Ağyar İle Sen Geştü Güzâr Eyle Çemende’ adlı hicaz şarkıyı okudum. Kendisi de bana ‘Yüceldikçe Yüceldi Yüce Dağlar’ adlı şarkıyı okudu. Çok candan bir bakışla “Ben çarşamba günleri öğleden sonra müsaitim. Bana her çarşamba gelebilirsin” dedi.

7 sene kadar çarşamba günleri başlayan birlikteliğimiz günler değişerek, zamanla fasılalar artarak, devam etti. Başlangıçta “Yeni bir şarkın var mı?” diye sorar ve okumamı isterdi. Arkasından da “Ben de sana bir şarkı okuyayım” derdi. Bana hiçbir şey söylemezdi. Ancak 6 ay sonra fark ettim ki, ben ona hangi makam, usul ve formda bir bestemi söylemişsem, o da bana aynı yapıda bir eseri veriyordu. Yani “Bu bir örnektir” demek istiyordu. Yıllar içinde hiçbir kere bestelerim hakkında bir tavsiye yada eleştiride bulunmadı. Hatta benim bazı bestelerimi notaya aldıktan sonra alt kısımlarına “Selâhattin İçli’nin şarkısını okuduğu gibi yazdım” notunu koyarak imzalardı. Böylece hem beni onore etmiş oluyor, hem de “Buradaki eksiklik ve hatalarda benim dahlim yok” demek istiyordu.

Selâhattin Pınar’ın bestelerine daima hayran oldum. O kullandığı şiirler ve o şiirlerin anlam ve içerik olarak tasvir ettiği alana, müziğiyle çok mükemmel yaklaşmış ve tezyin etmiş bir besteci idi. Pınar’a olan hayranlığımı “Bitmez Tükenmez Bu Dert, Ömür Diyorlar Buna” adlı Kürdilihicazkar şarkımda anlatmak istedim.

1943’de bir hukuk öğrencisi olan Ercüment Berker arkadaşımızın öncülüğü ile İstanbul Üniversitesi Türk Musikisi Korosu kuruldu. Bu koroya ilk günden beri katılmış olmakla gurur duyarım. Marmara sinemasının alt katındaki lokalde çalışmalara başladık. Zamanın çok değerli müzisyenleri bize destek verdiği gibi, müziğin içindeki gençler de bu koroyu daima desteklemişlerdir. Bugün hala bu koro İstanbul Üniversitesi içinde faaliyetlerine devam etmektedir. Bu koro faaliyeti de müzik bilgi ve kültürümüzde yetişmemize büyük faydalar sağlamıştır. Daha sonra birçok üniversitede ve diğer okullarda Türk Müziği Koroları kurulmasında bu koro bir örnek ve itici güç olmuştur. Ayrıca önemli bir hususu daha zikretmek isterim. İstanbul Üniversitesi’nin çeşitli fakültelerinden bu koroya katılanların hemen hepsi, mezun olup, gittikleri yerlerde bir müzik grubu oluşturmuştur. Bunun en önemli tarafı; Türk Müziğinin yok farz edildiği hatta küçümsendiği bir dönemde yurdun çeşitli bölgelerinde doktorun, hakimin, savcının, veterinerin … Türk Müziği ile meşgul olması, halk nazarında bu müziğin bir değer olduğu ve kültürlü insanların buna kıymet verdiği düşüncesini oluşturmuş olmasıdır.

İstanbul Evleri, yani İstanbul Kültür Evleri… Üniversiteye başlar başlamaz, bu kültür evlerine girmek nasip oldu. Bu bence müzik sanatının sağladığı, büyük bir lütuftur. Bu evlere o yaşlarda sokulabilmemiz sadece müzik yaptığımız içindi. Bu evlerin bazılarında haftada, bazılarında 15 günde yada ayda bir kere yapılan toplantılara katılan zevat; zamanın ilim adamları, düşünürler, yazarlar, üniversite hocaları, yüksek devlet ve siyaset adamlarından oluşmakta idi. Önce bir süre müzik yapılır, sonra da bir sohbet başlardı. Bu sohbetler bir kültürün, bir olgunluğun, bir mükemmelliğin örnekleri idi. Tabi o yaşlarda biz yalnızca susmasını bilen, ama dinlemesini seven gençler olarak edebimizle otururduk. Öyle inanıyorum ki; hepimiz kabiliyetimiz ve idrakimiz ölçüsünde küpümüzü doldurmaya çalıştık. Bir büyük düşünürün dediği gibi:

“Kaldırıp deryayı aktarsan eğer,

Bir dolumluktan çok almaz destiler… ”

İşte biz de kendi hacmimiz nispetinde alabildik.
Bu kültür evlerinin bazılarının ismini zikretmek isterim; İbn-ül Emin Mahmut Kemal İnal’ın Bakırcılardaki Konağı, Doktor Necmettin Hakkı İzmirli’nin şimdi Etap Oteli olan Taksim’ deki Evi, Ekrem Karadeniz’in Fatih’teki Evi, Emekli Elçi Âli Fuat Türkgeldi’ nin Beyazıt’taki Konağı gibi.

Tıbbiyedeki eğitimim süresince bahsettiğim şekilde yoğun bir müzik çalışması devam etti. 1949-1950’de askerliğimi Çankırı Piyade Atış Okulu tabibi olarak yaptım. O sırada Ankara Radyosu keman sanatkârı Selâhattin İnal da Çankırı’da idi. Babası kendi işlerinin başına geçmesi için onu Çankırı’da kalmaya mecbur etmişti. Selâhattin İnal’ı daha lise öğrencisi iken, Hakkı Derman’ın keman öğrencisi olarak, amcam Şerif İçli’nin evinde tanımıştım. Çankırı’da buluşunca her ikimiz de çok sevindik ve müzik atmosferi devam etti.

Çankırı’da bir kurmay albay her cumartesi günü evinde müzik toplantısı yapıyordu. Böylece askerlik süresince müzik faaliyetlerinden kopmadım.

30 Ağustos 1950’de terhis olduktan sonra İstanbul’a döndüm. Özel bir cerrahi kliniğinde ve sonra bir ilaç firmasında 1953’e kadar çalıştım. Bu süre içinde de Üniversite Korosuna devam ettim ve yine müzik ortamı içinde bulundum. 1953’de babamın çalışmakta olduğu borasit madeninin bulunduğu Susurluk kazasına giderek, orada Belediye Tabibi ve Şeker Fabrikası Tabibi olarak 1961 yılına kadar kaldım. Bu dönem doktorluk alanındaki işlerimin yoğunluğu ve birazda müzik ortamından uzak kalışım sebebiyle bestelerim seyrekleşti. Yine de Şeker Fabrikası’nda bir koro kurarak müzik zevkimi tatmin etmeye çalıştım.

1961’de tekrar İstanbul’a yerleştim. Eski arkadaşlarımla yeniden müzik ortamına girdim. 1961’den sonra bestelerim bir yoğunluk kazandı. Bu süre içinde bir özel şirkette 5 sene çalıştıktan sonra, Sosyal Sigortalar Kurumu İstanbul Hastanesinde görev yaptım. Arkadaşlarımın daveti üzerine 1981’de SSK İstanbul Hastanesindeki Baş Hekim Muavinliği vazifesinden ayrılarak, Kültür Bakanlığına bağlı Türk Musikisi Devlet Konservatuarına hoca olarak geldim.

Konservatuara hoca olarak girişim hayatımın en önemli olaylarından biridir. 1982’de konservatuarımız İstanbul Teknik Üniversitesi’ ne bağlandı. Bu hadise müziğimiz için çok önemli olmuştur. Bir eğitim kuruluşuna ancak 1976’da kavuşmakla çok sevinmiştik. Ancak dünyadaki müzik eğitimine uyum sağlayarak müziğin üniversite eğitimi içine alınması büyük bir aşama idi.

Konservatuara geldiğim günden beri kafamda bir kompozisyon bölümü açmak arzusu gittikçe şiddetleniyordu. 1986’da müzik alanındaki geçmişim ve verdiğim besteler değerlendirilmeye alınarak, YÖK tarafından ‘Kompozisyon Profesörlüğü’ unvanı tevcih edildi. Hemen üniversitemize müracaat ederek bu bölümün hazırlığını yaptım ve kuruluşu 1-2 ay içinde başardık.

Bugüne kadar konservatuarda verdiğim ve vermekte olduğum dersler arasında ‘Kompozisyon, Türk Sanat Müziği Literatürü, Repertuar, Ses Sağlığı, Prozodi ve Estetik’i sayabilirim. İşte ben hala bu okulda hoca olarak görevde olmanın mutluluğunu tarif edemem”…

Prof. Dr. Nevzat Atlığ Bakış Açısından Selahaddin İÇLİ(Aralık 2002, Maçka)

“Selâhattin İçli’nin, kendisine has, orijinal üslûbu ile bestelediği eserleri, 1950’li yıllardan itibaren radyolarımızda yer almıştır. Ancak eserlerindeki orijinal üslûbun, prozodiye aşırı bağlılığının ve ritmik özelliklerin ortaya çıkardığı değişik yapı anlayışı, alışılmışın dışındadır. Bu sebeple besteleri ilk dönemlerde radyolarımızda nisbi bir tepki ile karşılanarak, bir bakıma dışlanmıştır. Ayrıca bu yapı anlayışı, özellikle saz icracılarına farklı gelmiş, daha fazla çalışmalarını gerektirmiştir.
Ancak Selâhattin İçli’nin üslûbundaki ısrarı ve dinleyicilerin temayülleri zaman içinde bestelerinin kabul görüp, yaygınlaşmasını sağlamıştır. Eserleri son 30 yıldır bugünkü ilgiyi her kesimden görmektedir. Bugün hem ses, hem de saz icracıları bu eserleri büyük bir istek ve başarı ile icra etmektedirler.”

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça  Bakış Açısından S. İÇLİ(Aralık, 2002, Maçka)

“İçli, Selâhattin Pınar’la bir yakınlık tesis etmiş, o devirlerde biraz etkisinde kalmıştır. İlk şarkıları da geleceğinde ne kadar parlak bir bestekâr olacağının birer delili idi. Zamanla eski tarz olan şarkı formundan daha değişik, başka ufuklar arayan bir duruma girmiş ve hakikaten kendine has, özgür bir üslûbu ortaya çıkarmıştır. Güfte taksimatında olsun, eserlerinde kullandığı melodik yapılarda olsun, usulü kullanış tarzında olsun ayrıcalık taşıyan bir bestekârlık tarafı vardır. Hatta bazı bestelerinde şiirin de icap ettirdiği şekilde sembolik bir anlayışa girer ki; ben bu yüzden Selahattin İçli’yi şiirdeki sembolizmin temsilcisi Ahmet Haşim’e benzetirim.”

Prof. Mutlu Torun Bakış Açısından S.İÇLİ(Mart 2003, Maçka)

“Türk Müziği Osmanlı’da bir imparatorluk müziği niteliğindedir. Değişik yörelerden müziklerin katışması ve İstanbul da bunun merkezi. Türk Müziği Dede Efendi’ye kadar klasik çizgide gelmiş, Dede ise klasik formu da kullanarak duyguyu daha çok ifade eden romantik bir yapıya girmiştir. Hacı Arif (1831-1885) ve Şevki Bey (1861-1916), içinde hiç terennüm olmayan şarkı türünü getiren bestekârlardır. Onların dönemi ile birlikte şarkıdaki söz etkisi ön plana çıkmış, küçük usuller kullanılmaya başlanmıştır. XX. yüzyıla baktığımızda melismatique çizgisinde değişimler yapılarak, heceye düşen nota sayısının azaltıldığını ve ifadeciliğin ön plana çıktığını görüyoruz.

Selâhattin İçli’nin müzik hayatına başlaması XX. yüzyılın ortalarına rastlamaktadır. Amcası Şerif İçli klasik şarkı bestekârlarının sonuncularındandır. Şerif İçli’nin şarkıları her açıdan son derece sağlam, geleneksel kurallara uygundur. Babası da müzisyen olan İçli’nin sağlam temellerini ailesinden aldığını tahmin ediyorum. Ekrem Karadeniz’den meşk etmesi de geleneğin başka bir boyutunu ona kazandırmıştır. Ev toplantıları, üniversite korosu, disiplinli ve periodik çalışmalar İçli’nin müziğin içinde daha bilinçli olarak yaşamasını sağlamış olsa gerektir. Bütün bu etkenler dışında kendisinin de söylediği gibi Selâhattin Pınar’ın besteciliği onun üzerinde çok etkili olmuştur.

Bir yandan gelenekteki güzellikleri keşfeden, bir yandan devrimci değil evrimci bir ruhla müziğimizde yeni bir deyiş şeklinin olması gerektiğini düşünen Selâhattin İçli, XX. yüzyılda kendine has üslûbunu ortaya koymuştur.”
 

Erol Sayan Bakış Açısından S.İÇLİ (Kasım 2002, Maçka)

“Her bestecinin kendine göre bir tarzı, eserini biçimlendirme şekli ve üslûbu vardır. Selâhattin İçli kendine özgü pek çok şeyi musikimize katmıştır. Bunlardan mesela çok belirgin olan özelliği; bizim ulusal müziğimizde ‘resitatif’ çalışma dediğimiz “konuşur gibi” sözlü müzik yapma tekniğini getirmiş olmasıdır. Selâhattin İçli usul içinde değişiklikler yaratarak, dış ritim- iç ritim konusunda ustalıklar üreterek, gerekli biçimde resitatif tipleri bize sunmuştur.”

Ahmet Özhan Bakış Açısından S.İÇLİ(Ocak 2003, Altunizade)

“Selâhattin İçli neo-klasik müziğin günümüze ulaşmış şekli olan belirli formatları çoklukla tercih etmemiştir. Bir tevazu içerisinde kendi olma, ayrı olma gibi de çok enteresan bir duruşu vardır. Belki de herkes gibi olmayı kendi içine sindiremeyen bir baş kaldırışın da efendiliği vardır o efendilikler içerisinde… Fakat onun üslûp ve formatlara baş kaldırışı, kendisinden önceki üslûpları yadsıyarak değil, onları da okşayarak, onları da severek, onları da benimseyerek kendi üslûbunu ortaya koymak gibi de bir nev-i şahsına münhasırlık duruşu içindedir. Melodik yapı olarak da, ritmik yapı olarak da, sözel olarak da böyledir. Özellikle güfte seçiminde çok itinalı ve müstesna bir seviyeye sahiptir. Kendi yazdığı güfteler hakikaten emsalsizdir. Güfte seçiminde kopuk kopuk manaları değil, 4 satırı, 8 satırı, hatta 10 satırı dahi birbirinden çok güzel bir biçimde imtizaç etmiş, aynı manayı, estetiği taşıyan bir bütünlüğü çok ciddi olarak temin etmiştir.
Melodik seçimleri, aralık seçimleri Türk Müziği’nde kullanılanın üzerinde bir başkalık taşır. Bütün makamsal özellikleri, baskıları ve perdeleri fevkalade sindirmiş bir aralık yapısına sahiptir. İsterse bu çok alışılmış Hicaz Makamı’nda olsun, isterse az alışılmış Bûselik Makamı’nda olsun veyahut Kürdilihicazkâr Makamı’nın popülerliği içerisinde dahi çok nadide baskıları, melodileri bulan, ortaya koyan ve formatını yakıştıran bir üslûba sahiptir ki; bu edilgen bir duygu değildir. İnsanın içinde yaradılışıyla birlikte var olması gereken özel bir estetiktir.
Ritmik yapıda da melodik yapıdaki ve sözel yapıdaki hassasiyetini, varyasyon kabiliyetini ve kendi gibi olma özelliklerini görebiliriz. Çoğunlukla curcuna ve aksak gibi ritimleri kullanmıştır. Bu ritimler içerisinde sözel ve melodik yapıyı bu kadar imtizaç ettirmek tamamıyla hayran bırakıcı bir kabiliyet, bir özelliktir. Çünkü Selâhattin İçli’de duygu yeknesaklığı yoktur. Selahâttin İçli’de 2 oktavı içeren melodik bir coşku vardır.”

 __________________________________*********______________________________

Selahaddin İçli hocamız 14 Ekim 2006 günü 83 yaşında İstanbul’da aramızdan ayrıldı. Kendisini saygıyla anıyoruz…




Hoşgeldiniz