Sultan II. Mahmud Devri (1808-1839), “Musıkide Dayatmacı Modernizm Başlatılıyor”… Salih Zeki Çavdaroğlu


Toplam Okunma: 9822 | En Son Okunma: 07.05.2024 - 22:06
Kategori: Araştırma Yazıları

15 Haziran 1826 tarihi musıkîmizin kırılma noktasının başlangıcıdır. Yeniçeri teşkilâtının sona erdirilmesi ve yerine kurulan yeni ordu ile birlikte, askerî müzik kurumu olan “Mehterhâne” de kapatılır. Bu bir anlamda batılı kalıplara büründürülen askerin müziğinin de ona uydurulması ise de aslında Devlet’ in genel müzik politikasının da değiştirildiğine dair önemli bir işaretti.

III.Selim’ in tahttan indirilmesinden sonra, Yeniçeri ile dayanışma içinde olan IV. Mustafa padişah olduysa da, dört aylık bir saltanattan sonra o da Sultan Selim’ in âkıbetine uğrayacaktır.

Yerine kardeşi Sultan II. Mahmud Osmanlı tahtının sahibi olur. Osmanlı Devleti İngiltere, Fransa ve Rusya ile yapılan savaşlar, Anadolu ve Rumeli’ deki âyân tahakkümü, eşkıya sorunu, Balkan topraklarındaki ayrılıkçı hareketler ve Hicâz’daki Vahhâbî isyanı ile uğraşmış ve oldukça güç kaybetmişti. Böyle bir ortamda selefi III. Selim gibi reformcu bir düşünce yapısında olan Sultan Mahmud, İmparatorluk’ taki krizlerin kaynağı gördüğü Yeniçeri Teşkilâtı’nı bitirmeyi iyiden iyiye kafasına koymuştu.

Ancak bu düşüncesini gerçekleştirmesinde en büyük engel İmparatorluk’taki Âyan’lar idi. Zaten selefi III. Selim’in başarısızlığında da en büyük sebep, Âyan’ların iyice merkezî idareye rağmen bir anlamda federeleşmeleri ve başına buruk uygulamalarıydı. Göreve gelir gelmez onlarla uzlaşmaktan başka bir formül olmadığını görür . Bu engeli kaldırmak için de tahta çıkmasının hemen ardından Sadaret Makamı’ na getirdiği Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa eliyle de Anadolu ve Rumeli Âyanlarıyla 29 Eylül 1808’de “sened-i ittifak”olarak adlandırılan Anayasal nitelikli bir anlaşma imzalar.

Alemdar Mustafa Paşa’ nın kararlı tutumu ile Yeniçeri sorununu çok kısa zamanda çözer. Bir yerde III. Selim döneminde kurulan Nizâm-ı Cedîd’ in ihyası olarak da düşünülebilecek yeni ordu “Sekbân-ı Cedîd” adıyla kurulur. Aradan yıllar geçer; Sultan Mahmud sabırlı ve kararlı tutumu ile 25 Mayıs 1826 günü daha radikal bir kararla önce “Eşkinci Ocağı”adıyla bir geçiş dönemi kurgular. Daha sonra 17 Haziran 1826 tarihinde ise son noktayı koyarak “Asâkîr-i Mansure-i Muhammediye” adını verdiği yeni orduyu kurar. Yeniçeri teşkilâtı böylelikle tarihin derinliklerine gömülür.

II.Mahmud sadece Yeniçeri Ocağı`nı ortadan kaldırmakla kalmaz; bunun dışında :
 “…ilmiye sınıfını etkisiz hale getirdi. İktisadî gerileme sonucu esnaf ve tüccar da güç kaybetti. 2. Mahmud döneminden itibaren Batı eğitimli ve eğilimli bürokrasi güç kazandı. Sultan Mahmud, Osmanlı ülkesinde siyasete ağırlık koyabilecek kuvvetlerin dengesini değiştirirken, hasıl olan boşlukları doldurarak, geçmiş padişahlara oranla çok despot bir idare tesis etti. Sonraki devrelerde de tayin edici olacak batılılaşmacılığın cebrilik yönünü bu padişahın uygulamaları belirlemiştir…”(1)

Bundan sonra bu orduyu eğitmek için Batı’ dan öğretmen subaylar getirtir. Harp Okulu ve Tıp Fakültesi’ ni açar. Sırf erkekleri kapsasa da ilk nüfus sayımını ve Emlâk Tahriri (yazımı)ni yaptırır.

“…II.Mahmud, 1826’dan sonra, muhtemelen 100 kadar Osmanlı gencini Batı’da öğrenime göndermiştir…”(2)
Kendisi o güne kadar bütün padişahların giydiği geleneksel kıyafeti terk ederek pantolon giyer ve sakalını oldukça kısaltır. Bu yüzden halk arasında “Gâvur Padişah” olarak anılmaya başlar. Şer’ i hukuk yerine, seküler hukuk kurumlarını yapılaştırır. İlköğretimi zorunlu hale getirir ve yüksek öğrenim için Avrupa’ ya öğrenci gönderir. 1815’ de Topkapı Sarayı’ ndan, Batılı tarzda inşa ve dekore edilen Dolmabahçe Sarayı’ na taşınır.

“…Eskiyen geleneksel kıyafetlerini terk eden, resimlerini yaptırarak yine Batılı hükümdarlar gibi devlet dairelerine astıran, her akşam da kafa çekmeyi ihmal etmeyen bir hükümdar, aynı zamanda Halife-i Müslimîn sıfatından da feragat etmeyecekti…”(3)

Tabii ki bu tam bir paradokstur.
Bütün bu değişimleri yaparken , model olarak da 17. yüzyıl’ın sonlarında Rusya’ da Çar Deli Petro’ yu neredeyse bire bir taklid eder. Petro’ da;

“…gençliğinde Hollanda’ da kalmış, Batı’ nın hızla kalkınan bu ülkesinde eğitim görmüştü. Hollanda’ da bulunduğu yıllarda Petro bir yandan Avrupa’ nın kalkınma sırlarını keşfetmeye çalışıyor, öte yandan Rusya’ yı içinde bulunduğu yoksulluk ve gerilikten kurtaracak temel faktörleri araştırıyordu. Bir gün Petro aniden Hollandalılar’ ın, her gün sabahları evlerinden çıkıp işlerine giderken temiz giyimli, muntazam sakal tıraşlı olduklarını gözlemledi. Bu gözlem kafasında bir sürü şimşeğin çakmasına yol açtı ve şöyle bir sonuca vardı: Hollandalılar Ruslardan çok farklı insanlardı.Temiz giyimleri, kılık kıyafetleri ve tıraşlı duruşları onlara olağanüstü bir zerafet ve zindelik veriyordu. Eğer onlar da Ruslar gibi saçı sakalı birbirine karışmış vaziyette her gün işlerine gidecek olsaydı, bu kadar başarılı ve zinde olmaları mümkün olamazdı. Şu halde, eğer Rusya’ nın bu içinde bulunduğu gerilikten ve pejmürdelikten kurtulması isteniyorsa, yapılacak ilk iş hemen sakalı yasaklamak, herkesin temiz ve zarif giyinmesini mecburî tutmaktı. Aksi halde Rusya ne Batı’ ya benzeyebilirdi ne de bu gerilikten kurtulabilirdi…”(4)

düşüncesiyle Rusya’ da çok radikal bir şekilde bu düşüncelerini uygulamıştı. Rusya’ nın o günden bu yana Batılılaşma yönündeki bütün adımlarını iyi kötü biliyoruz. 1917 devrimi sonrası kurdukları Komünist rejimin 1990’ larda kartondan bir kaplana dönüştüğünü gördük. Federe devletleri parça parça oldu. Süper güç iken bu gün o da global düzene ayak uydurmuş bir ulus devlete dönüştü. Rusya, temel kültürünün Hristiyanlığa dayanmasından dolayı bir ölçüde bu reformlarla kendi medeniyeti içinde bir gelişme gösterir. Oysa Osmanlı kendisine önerilen, hatta bir ölçüde dayatılan modele tamamen yabancıdır.

”…Osmanlı Padişahının modernleşme konusunda gerekli kadrosu da pek yoktu. II.Mahmud’ un batı kültürü, III. Selim’ e ve Fransız kökenli Valide NAKŞ-I DÎL SULTAN (AİME DE RİVERY) ve bazı Harem kadınlarına dayanıyordu. Osmanlı’ nın örnek aldığı model, kuşkusuz bir Rusya değil, Rusya’ nın esinlendiği Avrupa’ ydı, ama bu Rusya’ dan hiçbir etkileşim olmadığı anlamına gelmez; TAKVİM-İ VEKÂYİ, bir asır kadar önce Büyük Petro’ nun çıkardığı VEDOMOSTİ gazetesine biçim ve öz olarak benziyordu…”(5)

ALATURKA-ALAFRANGA İKİLEMİ BAŞLIYOR

15 Haziran 1826 tarihi musıkîmizin kırılma noktasının başlangıcıdır. Yeniçeri teşkilâtının sona erdirilmesi ve yerine kurulan yeni ordu ile birlikte, askerî müzik kurumu olan “Mehterhâne” de kapatılır. Bu bir anlamda batılı kalıplara büründürülen askerin müziğinin de ona uydurulması ise de aslında Devlet’ in genel müzik politikasının da değiştirildiğine dair önemli bir işaretti. Bunu yapan kişi de III. Selim ayarında olmasa bile hanedan içinde tanburî, neyzen ve bestekâr olan bir Padişahtır.

“…Batı musıkîsini devlet musıkîsi olarak kabul eden de II. Mahmud’ dur. Vak’a-i Hayriye’ de, bir Yeniçeri müessesesi olduğu için muhteşem millî askerî musıkîyi, Mehterhâne-i Hâkaanî’ yi ilga etmek kapital hatasını işledi…”(6)

O Mehter ki, geçmişi 500 yıl önceye; Selçuklu dönemine dayanan;
 “…Mehter kurumu ile Osman Gazi’ nin soyu arasında mehterin doğuşuyla başlayan bir bağ kurulmuştur… Mehter musıkîsi manevî anlamından savaş sırasındaki anlamına kadar simgelediği bütün anlamlarla geniş bir kullanım alanı olan, âdeta dallanıp budaklanmış karmaşık kültürel yapısıyla, askerlik, tören ve eğlence faaliyetlerini dinî renklerle birleştiren bir musıkîydi…
…Kanımca, Osmanlı yaşama biçiminin bir özelliği olan Mehter, Arapça <ümmet> teriminin dile getirdiği, dünya İslâm cemaati birliği içinde yer alan insanların kendilerini tanımladıkları kimliğin musıkîdeki yüzyıllarca süren bir ifadesiydi…
…Mehter musıkîsi başka musiki türlerinden farklı olarak, herkes için icra edilen ve toplumun çok geniş bir kesimince dinlenen bir musıkiydi. Buna karşılık ,mehter musıkîsi hükümdardan en sade insanlara kadar toplum hiyerarşisinin bütün basamaklarına sesleniyordu…”(7)

Geleneksel Musıkîmizin, askerî;dolayısıyla Devlet Musıkîsi kurumu olan Mehterhâne kapatılmıştı ama yerine hangi kurum konacaktı? Bu sorunun cevabı aynı zamanda Türk müzik sisteminin de değişip değişmeyeceğinin cevabı olacaktı. Anlaşıldı ki ”devletlûlar” ının gönlünde yine Batı tandanslı bir form yatıyordu. Yeni askere pantolon giydirilirken, müziğimizin “polifonik”olmaması büyük bir ayıp (!)olacaktı.

Bu oluşum aynı zamanda ileriki yıllarda, özellikle Tanzimat ile başlayacak bir “alaturka-alafranga”ikileminin de milâdı olacaktı.
“…Işte dilimizde “alaturka” şeklinde söylenen Italyanca alla turca sözü uluslararası bir müzik terimidir ve sadece “Türk (askerî müziği) tarzında” demektir. Ne var ki, Napolyon’un dostu III.Selim’le başlayıp II. Mahmut’la yerleşen Batı hayranlığı, Ingiliz ajanı Mustafa Reşit Paşa’nın 16 yaşındaki çoçuk padişaha imzalattığı Tanzimat komplosuyla gerçek bir kangrene dönüşünce, beyin travmasına uğrayan Osmanlı aydınının gözünde Batı’dan gelen herşey modern—güzel—faydalı, yani alafranga, kendinin olan herşey geri—çirkin—zararlı, yani alaturka oldu…” (8)

Ancak bütün bunlar olurken gözden kaçırılmaması gereken bir gelişmeden sözetmemek olmaz. Biz Mehter’ den kurtulmaya çalışırken; Avrupalı asırlarca biraz endişe ve gıptayla izlediği askerî müziğimizi kendi bünyelerine uydurmaya çalışıyordu. Mehter müziği’nin ritmik yapısı Batı müziğinin statik yapıdan kurtulup, dinanizm kazanmasında oldukça önemli bir rol oynar. Netice de Batı askerî müziğini Mehterden yola çıkarak geliştirir ve zirveye çıkarır.

“…XVI. , XVII. , XVIII. yüzyıllarda yetişen bestekâr ve icrâcıları eliyle askerî musiki sanatının zirvesine ulaşan Mehter Musıkîsi hem savaşlar, hem Osmanlı elçi ve hey’etlerine eşlik eden şatafatlı takımlar münasebetiyle tanındığı Avrupa’ da önce ordu birliklerini, sonra da bestecileri etkilemekte gecikmedi. Daha 1683’de Viyana’ya yürüyen JAN SOBİESKİ’ nin ordusuna Mehter etkisiyle perküsyonları arttırılmış bir askerî bando eşlik etmişti. Batılıların çoğunlukla YENİÇERİ MÜZİĞİ anlamına gelen terimlerle adlandırdıkları Mehter’i ilk uygulayan LEH’ler oldu .(1741) Avusturya, Rusya, Prusya ve İngiltere de arkalarından geldi…”(9)

ÂSAKÎR-İ MANSÛRE-İ MUHAMMEDİYE’YE “MIZIKA-İ HÜMÂYÛN” YAKIŞIRMIYDI?

Yeniçeriliğin ortadan kaldırılması ve Mehterhâne’ nin kapatılmasından hemen sonra Enderûn’ daki müzisyenlerle apar topar bir “boru takımı”kurulur. Kuruluş safhasında önce iki Türk asıllı müzisyen düşünülürse de bundan vazgeçilir ve MANGUEL isimli bir Fransız Şef olarak görevlendirilir.

“…1827 yılında şimdiki İstanbul Üniversitesi binasının yerinde bulunan TAŞKIŞLA’da Muzıka-i Hümâyun kuruldu. Kendi yapısı içinde Türk ve Batı Musıkîsi öğretimi yapacaktı…”(10)
Bu bilgiye karşılık Yılmaz Öztuna ;

“…Türk musıkîsi kısmı da olmakla beraber, bu kısmı gittikçe üvey evlat muamelesi göreceği Muzıka-i Hümâyûn’ u bir Saray Konservatuvarı, bandosu , orkestrası olarak kurdu. Enderûn-u Hümâyûn’ daki (Saray Akademisi) Türk Musıkîsi kısmını ortadan kaldırmadı. Fakat zamanla bu kısım fonksiyonsuz hale hale geldi ve sona erdi. Önce bu işi içeride halledeceğini sanan Hâkan, müzisyen olduğu için, kurduğu ilk askerî bandoyu beğenmedi…”(11)

Bir süre sonra Sultan Mahmud beklenen gelişimi göremeyince Manguel azledilir ve yerine daha önce Waterloo bozgununa kadar Napolyon’ un bandosun görev yapmış, Avusturya-Macaristan İmparatorluk Sarayı maestrosu GIUSEPPE DONİZETTİ (1788-1856)de karar kılınır ve kendisi İstanbul’ a davet edilir. 17 Eylül 1828 günü Donızetti İstanbul’ a gelir ve II. Mahmud tarafından bizzat kabul edilir ve aynı zamanda iyi bir müzisyen olan Padişah kendisinden nasıl bir kurum istediğini Donızetti’ ye anlatır. Artık Donizetti “Osmanlı Saltanat-ı Musikaları Umum Müdürü” sıfatıyla 28 yıl sürecek görevine başlamıştır

Donizetti Saray’ daki görevine başlar başlamaz yaptığı ilk iş, yeni öğrencilerinin bildiği Hamparsum notasını öğrenmek olacaktı.
Donizetti padişahın buyruğu doğrultusunda çalışmalarını hemen başlatır. İlk kuruluşunda boru takımı olan topluluğa, “…birkaç yıl sonra “bando”ya yaylı-orkestra çalgıları eklendi ve böylece ilk Türk Senfonik Orkestrası kurulmuş oldu… Avrupa nota yazısı 1828’de Türk Müzik yaşamına kesin olarak girdi ve hızla yayılıp gelişti…”(12)

Mızıka-i Hümâyûn 19 Nisan 1829’ da Rami Kışlası’ nda ilk konserini verecek ve Rossini’ nin opera parçalarını çalacaktır.Bundan sonra Sarayda sık sık operetler sahneye koyar. Hatta Harem’ de de kadınlardan oluşan bando ve orkestralar oluşturulur.
Topluluk çalışmaları dışında Donizetti kompozitörlük çalışmalarını da sürdürür. Bir süre sonra “Mahmudiye Marşı”nı besteler. Yaptığı beste çalışmalarda polifonik müzikle makamsal müziği bir arada kullanmaya gayret eder.

Mızıka-i Hümâyûn’ un Klâsik Fasıl Topluğu’ na kenarından köşesinden batı alışkanlıkları da bulaştırılır. Klâsik ekol olarak “Fasl-ı atik” yanında bir de “Fasl-ı cedîd” isimli melez bir fasıl topluluğu kurulur;
”…ney ile flütü, ud ile mandolini bir araya getiren bir düzen vardı: Takım’ ın Batı musıkîsinin majörüyle, minör’ üne yakın makamlardaki peşrevler ve saz semâîleri, hafif şarkılar, köçekçeler ve oyun havalarının armonize edilmesinden oluşan özel bir repertuvarı vardı. Geleneksel musıkînin Batı sazlarına göre armonize edilmesi hevesinin ne kadar acemice de olsa, ilk örnekleri…”(13) olacaktır.

Geleneksel fasıl icralar artık sinekemanı, ayaklı keman ve klârnet gibi enstrümanların da ilâvesiyle icra edilecektir.
Genellikle Muzıka-i Hümâyûn’ un İtalyan asıllı müzisyenleri Geleneksel musıkîmiz eserlerini batı sistemine göre çok seslendirme çalışmaları adeta bir furya halinde başlamıştır.

Batı müziğinin ülkemize girmesiyle, Âyin-i Şerif, Kâr, Beste, Ağır Semâî gibi sözlü eser formlarına rağbet gittikçe azalacak, bunların yerine şarkı, fantezi gibi formlar yerleşmeye başlayacaktır. Saz eserlerinde ise Peşrev, saz semâisi gibi formlar yerlerini Sirto ve longa gibi formlara bırakmaya başlayacaktı.

Batı musıkîsi ister istemez Geleneksel makamlarımızda yen varyasyon arayışlarına da yol açar. Başta Dede, Şakir Ağa ve diğer çağdaş bestecilerin eserlerinde batının minör- majör gamlarına yakın melodik inşalar çok rahat gözlemlenebilir.
Hatta günümüzde bile Klâsik Türk Musıkîsi topluluklarını yöneten şefler baget kullanmaya bu yıllarda başlamıştır.
23 Kasım 1831’ de Mızıka-i Hümâyûn bünyesinde, personel yetiştirmek üzere “Askerî Mızıka Okulu” açılır.

“Bir güzele kul oldum/Tâ gönülden vuruldum” güfteli meşhur Sûzinâk şarkının bestekârı Tanburî Aleksan Efendi (1815-1864) İstanbul Süleyman Paşa Hanı içinde 1835 yılında ilk halk konserlerini vermeye başlar.

“…III.Selim’ in başlayıp,II.Mahmud’ un tamamladığı yenilik hareketleri ortamı, İSMAİL DEDE ŞAKİR AĞA, ZEKİ MEHMED AĞA ,DELLÂLZÂDE, KAZASKER, OSMAN BEY ve YUSUF PAŞA gibi son klâsikleri yaratmış, ama aynı zamanda klâsik formlardaki (klâsik güfteli ve büyük usullü) eserlerin ,yerlerini bir XVIII. yüzyıl şiir türü olan ŞARKI formundaki hafif eserlere bırakmasına da zemin hazırlamıştı…”(14)

K A Y N A K L A R :
(1) “2.Mahmud’dan Cebrî Batıcılık”,Vakit Gazetesi,4Ekim 2005
(2) Murat BELGE,”Batılılaşma:Türkiye ve Rusya”,Modernleşme ve Batıcılık,İletişim Yayınları,İstanbul/2002,C.3,s.47
(3) Hüseyin HATEMÎ,”Devrimler Devlet Terörü ile Gerçekleştiridi”,Cumhuriyet’in 70.Yılı-Aydınlar Konuşuyor,Yeni Asya Yayınları,İstanbul/1995,s.12
(4) Ali BULAÇ,”Gündemdeki Konular”,(2.baskı),Akabe Yayınları,İstanbul/1990,s.25
(5) H.Tahsin FENDOĞLU,”Osmanlı Yenileşme Döneminde Türk Düşüncesi”,Yeni Türkiye 46,Temmuz-Ağustos/2002 ,s.?
(6) Yılmaz ÖZTUNA,”Dede Efendi”,Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,İstanbul/1987,s.38
(7) Eugenıa POPESCU-JUDETZ,”Türk Musiki Kültürünün Anlamları”,Pan Yayıncılık,İstanbul/1996,s.56-57
(8) Cinuçen TANRIKORUR,”Alaturkanın aslı”,Aksiyon Dergisi,31.12.1994,sayı:4
(9) Çînuçen TANRIKORUR,”Osmanlı Musıkîsi”,Osmanlı Medeniyeti Tarihi,Zaman Gazetesi Yay.,İsanbul/1999,c.2,s.499
(10) Nazmi ÖZALP,”Türk Musıkîsi Tarihi”,TRT Müzik Dairesi Yayınları,Ankara/1987,C.,s.19
(11) Yılmaz ÖZTUNA,”Dede Efendi”,Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,İstanbul/1987,s.38-39
(12) Ali UÇAN,”Geçmişten Günümüzü Günümüzden GeleceğeTürk Müzik Kültürü”,Müzik Ansiklopedisi Yayınları,Ankara/2000,s.5l
(13) Ogün Atilla BUDAK,”Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi”,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara/2000 ,s.72-73
(14) Cînûçen TANRIKORUR,”Osmanlı Musıkîsi”,Osmanlı Medeniyeti Tarihi,Zaman Gazetesi Yay.,İstanbul/1999,c.2,s.513




Hoşgeldiniz