Opera Sanatçısı Güneş Gürle: Türkiye’de Akraba İlişkisi ile Yürüyen Bir Yönetim Anlayışı Var… Hilal Doğanay


Toplam Okunma: 7500 | En Son Okunma: 25.04.2024 - 13:46
Kategori: Fikir Yazıları, Röportajlar

Türkiye’deki sistemde, devletin sanatçıları neyin ne olduğunu bilemedikleri için sürekli müdür/şef kapısındalar. Türkiye’de akraba ilişkisi ile yürüyen bir yönetim anlayışı hâkim… Sanatçıların, sanatçılara saygıları olmaması büyük bir sorun… Tel Aviv Operası, bütün sanatçılarını kovdu ve sıfırdan başlattı sistemi, bence bunu Türkiye de yapmalı… O zaman iyi olanları görürüz, yüzde sekseni dışarıda kalır büyük bir ihtimalle. Çünkü Tel Aviv’de öyle oldu… Türkiye’de bağımsız bir jüri yok. Jüri de; müdür de, öğrenci de, şarkıcı da hepsi bir aile aslında ve herkes birbirini kandırıyor…

Opera Sanatçısı Güneş Gürle: Türkiye’de Akraba İlişkisi ile Yürüyen Bir Yönetim Anlayışı Var… Hilal Doğanay

» Klasik batı müziğiyle yolunuz nasıl kesişti?

Beş ya da altı yaşında, müziğe karşı ilgili olduğumu hissettim; özellikle de klasik müziği çok severek dinliyordum. Ortaokulda, bütün senfoni konserlerini takip ediyordum. Senfonik müziğe müthiş bir ilgi duyuyordum. Profesyonel olarak çekirdek ailede müzikle ilgilenen yoktu, ama annem müzikle çok alakadardı. Lisedeyken, ilk defa operaya gitmiştim ve senfonik müzik orada çekim alanını durdurdu ve devamında opera ilgisi başladı. Lise ikinci sınıfta ise fizik, kimya ve matematik etkisini yitirmiş ve artık tamamen müzik hayatıma girmişti. Tiyatroyu, resmi, müziği, mimariyi bir arada, canlı olarak görebileceğiniz, hissedebileceğiniz tek sanat opera. Liseyi bitirdiğimde, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Opera Bölümü’ne girdim. Orada bir yıl ‘Sevda Aydan’ ile çalıştım. O sıralar, sürekli Ayhan Baran’ı dinliyordum, kendisi İstanbul’daydı ve bende peşinden İstanbul’a geldim. Mimar Sinan Üniversitesi Opera Bölümü’nün sınavlarına girdim ve kazandım. Orada, Azra Gün ile çalışmalarıma devam ettim. Dört sene sonra birçok hocamızı yaş haddi nedeni ile okuldan ihraç ettiler. Sanatta, böyle bir şeyler başka yerlerde pek olmaz, ama maalesef burada olabiliyor. Okul bittiğinde, Profesör Güzin Gürel ile çalışmaya başladım ve hâlâ da onunla çalışıyorum.

» 2i yaşında, Leyla Gencer Jüri Özel Ödülü’nü alarak, Teatro Comunale di Bologna’ya davet edildiniz. Kariyerinizde ki değişimler bu ödülle mi başladı?

Leyla Gencer Şan Yarışması’nda, Jüri Özel Ödülü’nü kazanmış olmanın sonucunda, İtalya’dan bir burs aldım. Yarışmaya büyük bir hırsla hazırlanmıştım, açıkçası yirmi bir yaşındaydım ve kimsenin beni dikkate alacağını düşünmüyordum. Yarışmadan iyi bir sonuç geldi ve jüri üyelerinden biri beni İtalya’ya davet etti. Don Giovanni rolünün cast’ı olarak gittim. Hem benim için bir deneyim olacaktı hem de onların ihtiyacını karşılayacaktım. Sonrasında, Türkiye’ye döndüm ve okulu bitirdim; yaklaşık bir iki sene hiçbir şey yapmadım. Zaman içerisinde motivasyonumu tekrardan toparladım ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde iki sene çalıştım. Don Giovan-ni’de başrol söyledim. Ardından, Carmen ve İl Trovatore operalarında söyledim. Viyana’da, ünlü Hans Gabor Belvedere’nin finalinde, başarılı bir performans sergiledim ve Avrupa’daki birçok operadan teklifler aldım, ama ben Düs-seldorf Operası’nda çalışmayı tercih ettim.

» Hem Türkiye’de hem de Almanya’da ki operalarda çalıştınız aradaki farklar nelerdir?

Almanya’da ki opera; ülkenin raylı sistemi nasıl düzenliyse oda öyle. Türkiye’de ise, trafikteki karmaşa gibi her şey, tabi sanatta payına düşeni sergiliyor. Bizde, birtakım şeyler iyi olmasına rağmen, çok karmaşık ve düzensizdir ki; elinizdeki mal iyi olsa bile satamazsınız. Buradaki sanatçılarla, Almanya’daki sanatçılar arasında sanatsal kalite açısından arada çok büyük farklar yok, ama buradaki yönetim ve çalışma sistemi ile oradaki sistem birbirinden oldukça farklı.

» Buradaki sistem sanatçılar için dezavantaj mı?

Buradaki sistemde, sanatçılar neyin ne olduğunu bilemedikleri için sürekli müdür kapısındalar. Acaba ben bu rolü alacak mıyım? Şu şöyle mi olacak? Yoksa böyle mi? Gibi sorulara cevaplar aramakla geçiyor. Çünkü bu bir karışıklığın sonucudur. Herkes bir şekilde görev almak ve sınıf atlamak istiyor. Bu tip sorunlar var, ama Almanya’da böyle bir şey yok. Ben, hiçbir zaman müdürün kapısına dikilip ya da kapısını çalıp, bu ne olacak? Şu ne olacak? Diye bir şey sormadım, çünkü gelecek sezon oynayacağım rolleri, tarihleri ve saatleriyle birlikte bana mektupla bildirirler. Yazılı olarak her şey hazırlanmıştır. Dolayısıyla, hiçbir zaman karmaşa ile uğraşmamış oluyorum. Bu sistem farkı, işin kalitesine de çok büyük etki ediyor. Bu sadece yönetim deyip geçemeyiz, çünkü yönetimin ve sistemin çalışmaması sanatçının motivasyonunu etkiler. Ben orada, kafamda sadece sabah kalkıp şarkı söylemeyi düşünüyorum, başka hiçbir şey yok. Sonuç itibarı ile iş tanımları ve iş bölümleri Avrupa’da daha keskin diyebilirim.

» Neden Düesseldorf Operası’nda çalışmayı tercih ettiniz?

Düesseldorf, kalite ve büyüklük olarak, ayrıca repertuar operası olarak senede doksan tane farklı operayı barındıran ve tanınan bir opera, bu yüzden orayı tercih ettim. Orada çalışmaya başladıktan sonra, daha iyi anladım neden bu kadar saygı duyulduğunu. Çünkü zor bir opera, bir gün Don Giovanni söylüyorum, bir gün Carmen, ertesi gün başka bir şey söylüyorum. Şarkıcılardan çok fazla performans bekleyen bir opera. Daha çok temsil var. İki tane opera binamız var; biri Duis-burg’da, bir diğeride Düesseldorf’da yapılan prodüksiyon, beş altı temsil Düesseldorf’da oynadıktan sonra, Duisburg’a gidiyor. Dolayısıyla çok fazla temsil yapılıyor. Burada, senede sekiz ya da on temsil yapıyordum, orada ise elli-elli beş temsil yapıyorum. Tabi ki; bu da insanın gelişmesini hızlandırıyor ve ivme kazandırıyor.

» Almanya’da ki Türklerin durumunu düşündüğünüzde, orada Operacı bir Türk olarak nasıl karşılandınız?

Zorlukları oldu tabi ki; Almanya’da yaşayan Türklerin genel keskiyle, Türkiye’de yaşayan Türklerin farklı bir tarzı olduğunu düşünüyorum. Şaka yolla takılanlar oluyor. Mesela, sen Türksün arabanı kesin yanlış yere park ediyorsundur ya da randevuya zamanında gelmezsin gibi. Ama zamanla beni tanıdılar. Ciddi olarak beni Türk kimliğimden dolayı reddeden olmadı. Almanlar, diğer ırklara ve milletlere karşı çok açık fikirliler. Ayrıca, operada da çok farklı kimliklerden insanlar çalışıyor. Amerikalısı, Rusyalısı, Afrikalısı gibi birçok farklı milletten insan var. Biz, onların sanat ihtiyacını karşılıyoruz; doğal olarak da bu süreçte biz onlardan, onlarda bizden alıyor, böyle bir kültürel alışveriş söz konusu.

» Kadın ve erkek şancılar hem cinsleriyle mi çalışmalı? Bu bir avantaj mıdır? Yoksa dezavantaj mı?

Avantaj ya da dezavantaj mıdır? Bilemem. Ama bence, aynı ses renginin, aynı ses rengiyle çalışması, ilk dönemlerde dezavantaj olur, çünkü taklit ediyorsunuzdur. Ama eğer, ben şimdi çok iyi bir bas baritonla, masterclass yaparsam benim için çok iyi olabilir diyebilirim. Diğer bir yandan da, bütün hayatım boyunca böyle bir seçenekle çalışmak da iyi bir fikir değil. Ben hep sopranolarla çalıştım. Taklit etmek, teknik olarak bu işte iyi değildir. Çünkü herkesin enstrümanı, yani organı farklıdır, aynı parmak izi gibi. Dolayısıyla, siz başka birisinin parmak izini alıp, kendi bünyenizde barındırmaya çalışıyorsunuz ya da başkasının enstrümanını taklit ediyorsunuz ikisi birbirine benziyor. Kendi renginizi ve imzanızı bulamıyorsunuz, bu, çok farklı sorunlara yol açabilir.

» Konser repertuvarınızı nasıl belirliyorsunuz?

Konserlerde rutin şeyler yapmak takıntımız oluştu. Çünkü insanların sürekli konserlere gidip aynı şeyleri dinlemeleri, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, izleyicinin gidip şan resitali dinleyim demesi çok lüks oldu ya da şu ‘lied’ serisini dinleyemediğiniz bir yerde, baştan aşağı bir bestecinin eserlerini söylemek lüksümüz yok. Dolayısıyla, ben bir yandan sanatsal olarak şöyle bir seri söylesem iyi olur derken, öbür taraftan da farklı renkleri içinde barındırayım ve izleyen sıkılmasın diye düşünüyorum. Mozart’ı, Rossini’yi ve Haendel’i farklı bir yerde tutuyorum. Daha kolay söyleyebildiğim yorumumun iyi taraflarını gösterebildiğim besteciler olduğu için.

» Caz müzikle aranızın iyi olduğunu biliyoruz. Bu alanla ilgili projeleriniz var mı?

İyi bir dinleyiciyim sadece. Zevk alarak da, zaman zaman söylüyorum, ama oturup bir caz albümü çıkarayım ya da en baba cazcı benim diye bir iddiam yok. Eğer keyfim yerindeyse, söylemeyi de severim ve genelliklede dinlediğim müzik cazdır. On saat sahne çalışmasından sonra, eve gelip de üstüne opera dinlemem, caz dinlerim. Beynimin farklı bir tarafını düşünmeye ve o işin stresli kısmından uzaklaştırmaya yarıyor. Caz ya da türkü, opera koktuğu zaman çok doğal olmuyor. Bir Yunan Tragedya oyuncusunun kalkıp sinema filmi çevirmesi gibi olur.

» Türkiye’deki şan yarışmaları sayı olarak yeterli mi?

Hem yeterli değil, hem de uluslar arası değil. Bir tek Leyla Gencer Şan Yarışması var. O da yedi sene aradan sonra yapıldı, sürekliliği sağlanamadı. Bence, şan yarışmasının şan yarışması olabilmesi için, uluslar arası olması lazım. Birden çok uluslar arası yarışma olursa, rekabet ve kalitede artar. Türkiye’de çok fazla şarkıcı var, ama iş bulamadıkları için garsonluk yapıyorlar ya da başka işler buluyorlar, çünkü para kazanmaları da gerekiyor yaşayabilmeleri için. Bu işi hem iyi yapmak, hem de para kazanmak çok zor Türkiye’de, belli bir kadro ve belli bir ödenek var. Belki özelleştirilirse ve sistem değiştirilirse olabilir. Asıl sanat kalitesinden çok o sistemi kurabilmek çok önemli parasal yönetim, sanatsal yönetim ve ayrıca tamamen bağımsız yönetim.

» Nasıl bir sistem değişikliği, bahseder misiniz?

Ben sizi tanıyorum diye, size rol veremem, herkese eşit davranılabilmesi lazım. Türkiye’deki akraba ilişkisi ile yürüyen bir yönetim anlayışı hâkim. Böyle bir durum var ve bunu onaylamıyorum diyen varsa da, pek çok kişi eminim ki, yalan söylüyordur, çünkü öyle bir yönetim sistemi var ki, burada, mesela; ben müdürümü her gün görüp çay içip sohbet edebiliyorum, burada hayır müdür mevki sahibi birisidir ve müdürü göremezsiniz. Yakın ilişki içinde olmak, herkesin birbirini tanıyor olmasını ve herkesin birbiri hakkında fikir yürütmesini sağlıyor; dolayısıyla bu ortamda, objektif olabilmek ve hayır ben Ahmet’e veriyorum rolü, Mehmet’e vermiyorum diyen bir insana inanabilmek çok zor. Kişisel olarak birinden bahsetmiyorum. Bu iş çok zor Türkiye’de, çünkü bunu yapan bağımsız bir jüri yok. O jüride oturan insanlar, kimin gireceğine karar veren insanlar ve sınava giren insanlar kardeş gibi anne baba gibi birbirleriyle sınavdan sonra aynı eve gidiyorlar ya da biri şan hocası jüride oturuyor, öbürüde öğrencisi, böyle bir ilişki var maalesef ve bu saçma sapan bir düzen. Bunun için, biz çok iyi bir iş, çok temiz bir iş yapıyoruz diyen varsa, yalan söylüyordur. Bizde Jüri de; müdür de, öğrenci de, şarkıcı da hepsi bir aile aslında ve herkes birbirini kandırıyor. Sanatçıların, sanatçılara saygıları olmaması büyük bir sorun. Tel Aviv Operası, bütün sanatçılarını kovdu ve sıfırdan başlattı sistemi, bence bunu Türkiye’de yapmalı. Herkesi kovmalı ve bir iki ay ara verilmeli, bağımsız bir yönetim sistemi kurulmalı, sonrasında da özel ya da devlet olabilir, o sistemde sıfırdan başlatmalı. O zaman iyi olanları görürüz, yüzde sekseni dışarıda kalır büyük bir ihtimalle. Çünkü Tel Aviv’de öyle oldu, çoğu dışarıda kaldı ve yeni bir kadro oluştu.

» Opera, farklı disiplinlerin de uygulanabildiği bir alan; Tiyatro, edebiyat ve sinemayla aranız nasıldır?

Almanya’da tiyatroyu pek takip edemiyorum. Çok ciddi bir Almanca gerekiyor tiyatroyu takip edebilmek için, buraya geldiğim zaman vakit bulabilirsem gidiyorum. Çok derin edebiyat okuruyum, ama son zamanlarda yoğun okumuyorum diyebilirim. Şu anda daha çok Lorens Block ve İhsan Oktay Anar’ı okuyorum. Hatta onun “Puslu Kıtalar Atlası” adlı kitabının Almanca çevirisi çıktı. O kitabı, bütün arkadaşlarıma alıp hediye olarak veriyorum. Bence çok ciddi bir değer,Oktay Anar. Onun dışında, Elif Şafak’ın kitaplarını okuyorum. Güney Amerika edebiyatı her zaman çok ilgimi çekmiştir. Borges ve bütün o jenerasyondan çıkan yazarları seviyorum. Almanya’da tek nefret ettiğim şey, sinema seyredememek, çünkü her şey Almanca, hiç alt yazılı orijinal film verilmiyor. Fransız filmleri ise genelde hiç yok. Sanatsal filmlerini, bağımsız filmleri kolay kolay bulamıyorsunuz orada. Sinemada favori isimlerim olan; David Lynch, Lars von Trier, Michael Haneke bu üç yönetmenin bütün filmlerini takip ediyorum. Sinema benim için çok önemli, olmazsa olmaz bir şey.
_________________________________________
http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1178364764&year=2007&month=05&day=05




Hoşgeldiniz