Ahmed Adnan Saygun’un ” Ker ” Operası 56 Yıl Sonra Ankara’da Sahneleniyor… Müjdat Dal


Toplam Okunma: 5035 | En Son Okunma: 08.05.2024 - 21:58
Kategori: Konserler

Aslında sahnelenmek istenen bildiğiniz gibi ” Kerem ” operası. Fakat 4 saatlik opera kısaltılıp 2 saate, perde sayısı da üçten ikiye düşürülünce doğal olarak operanın adı da ” Ker ” oluyor… Saygun hayattayken “ya olduğu gibi sahnelenir ya da hiç sahnelenmez” demiş. Yani öbür dünyada eli sorumluların yakalarında… Asıl beni en çok üzen, opera sanatçılarının provalar sırasında “ne kadar zor bu eser, mahvolduk” şeklinde yakınmaları. Yakındıkları besteci de Saygun… Saygun Bahriyeli çiftetelli mi yazmalıydı acaba?..

Ahmed Adnan Saygun’un ” Ker ” Operası 56 Yıl Sonra Ankara’da Sahneleniyor… Müjdat Dal

Olumlu Yanı :

1953 yılında Ankara’da, 1991 yılında İstanbul’da sahnelenen ” Ker ” operası yıllar sonra tekrar Ankara’da. Hem Saygun’a büyük bir vefa örneği hemde Türk operası dünya sahnelerinde hak ettiği yerde mi sorularının sorulduğu bugünlerde bu eseri tanımak ve dinlemek büyük bir şans.

Opera eserlerimiz yeteri kadar sahnelenmediği için eserleri tanımadığımız için hep yakınırdık. Bu nedenle ” Ker ” operasının tekrar sahnelenmesinde emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.

Olumsuz Yanı:

Aslında sahnelenmek istenen bildiğiniz gibi ” Kerem ” operası. Fakat 4 saatlik opera kısaltılıp 2 saate, perde sayısı da üçten ikiye düşürülünce doğal olarak operanın adı da ” Ker ” oluyor.

Saygun hayattayken ” ya olduğu gibi sahnelenir ya da hiç sahnelenmez ” demiş. Yani öbür dünyada eli sorumluların yakalarında..

Asıl beni en çok üzen, opera sanatçılarının provalar sırasında ” ne kadar zor bu eser, mahvolduk ” şeklinde yakınmaları. Yakındıkları besteci de Saygun…

Bahriyeli çiftetelli mi yazmalıydı acaba?

Sahnelenmeyi bekleyen kimi operalarımız ve önerilerim şunlar:

Saygun ” Gıl ” Gılgameş ( biliyorsunuz hiç sahnelenmedi )

Rey ” Çel ” Çelebi ( biliyorsunuz hiç sahnelenmedi )

Kalender ” cem ” Cem Sultan ( biliyorsunuz bu da hiç sahnelenmedi )

Saygun ” Kör ” Köroğlu ( yıllar önce bir dönem )

Aslında tümünü 15 şer dakikalık bölümler halinde kısaltıp bir kerede sahneleseler, benim gibi sürekli, “bestecilerimizin eserleri niye sahnelenmiyor” diye yakınan birisinden de böylece kurtulmuş olurlar.

Konuyla İlgili 2.Yazı…

Elgar’ın İngiltere’de, Nielsen’in Danimarka’da seslendirilmemiş ve cd kaydı yapılmamış bir eseri var mıdır acaba? Danimarka’da müzik mağazalarına giderseniz Nielsen’in eserlerinin cd kayıtlarının satıldığı özel standlar görebilirsiniz.

Türk operaları içinde kaydı yapılan yalnızca 3 eser vardır.

Saygun ” Özsoy “, canlı temsil kaydıdır, satışı vardır.
Işıközlü ” Ağrı Dağı Efsanesi” stüdyo kaydıdır, satışı vardır.
Tüzün ” Midas’ın Kulakları ” stüdyo kaydı, satışı yoktur.

Tüm bu kayıtların Ankara Operası tarafından yapıldığı göz önüne alınırsa, Ankara Operası’nın her zaman minnetle anılması gerektiğini düşünüyorum.

Saygun’un başyapıtım dediği ” Gılgameş, ” Rey’in yine başyapıtım dediği ” Çelebi “, Kalander’in ” Cem Sultan”, Karlıbel’in ” Eyyubiler” , Tanç’ın ” Deli Dumrul ” ( emin değilim )
operaları henüz sahnelenmemiştir.

Saygun’un ” Köroğlu” operası sanırım 1973 ten beri, Kodallı’nın ” Van Gogh” operası 1953 ten beri sahnelenmemiştir. ( 2002 yılında Mersin’de tekrar sahnelendi, ama gidilip görülmesi için aradaki mesafeyi düşünmek gerekiyor ) .

Yukarıda yazılan örneklere bakarsanız - ki sözünü etmediğim birçok besteci ve eser daha var- trajikomik bir durum yok mu? Tepkim yukarıdaki tabloya. Bestecilerimiz ve eserleri bu konumu sizce hak ediyorlar mı?

Türk opera eserlerinin bırakın dünya sahnelerinde hak ettiği yeri almasını, bizler adı geçen eserlerin neye benzediklerini bile bilmiyoruz. Elimizde kıyaslayacağımız , baz alacağımız bir done yok.

Saygun’un Kerem operasını 1991 yılında izledim yani 18 yıl önce. Oysa bu eserin aradan geçen 18 yıl içinde defalarca sahnelenmesi, cd hatta dvd kayıtlarının yapılması gerekmez miydi?

Uzun bir süredir Türk Bestecilerinin kayıtlı eserlerinden oluşan arşiv çalışması yapmaktayım. Bestecilerimizle ilgili her eseri kayıt kalitesine bakmadan arşivime katmaktayım.

Kodallı’nın ” Van Gogh” 1953 kaydına, ve ” Gılgameş” inin dvd kaydına , Tüzün” ün ” Midasın Kulaklarının” İstanbul Operası kaydına, Rey’in “Çelebi”, Akses’in ” Timur” operalarından bazı aryalara , Demiriş’in çoğu operalarının dvd kayıtlarına sahip olmaktan gurur duyuyorum . Hatta yarın “Kerem” operasının 1991 kaydının cd sine kavuşacağım.

Işıközlü’nün “İnanna” operasını günübirlik Ankara’ya, Saygun’un “Bir Kumru Masalı”’ İzmir’e giderek izledim.

Önümüzdeki hafta da “Kerem” i izlemek için Ankara’ya gideceğim.

Kerem konusunda verilen emeklere sonsuz saygım var, fakat olaya İstanbul’dan üstelik 1991 Kerem yorumunu gerçekleştiren insanların bakış açılarından bakınca operanın süresinin ve perde sayısının kısaltılmasını ” Ker ” operası olarak yorumladım. Soru aslında şöyle: “Yıllar sonra kısaltılmış olsa da Kerem sahnelendi” diye sevinmeli mi yoksa özgün halini izleyemediğimiz için üzülmeli miyiz?

Asıl endişemin diğer operaların da başına böyle bir şeyin gelmesi olduğu için ” Gıl” , ” Kör ” gibi kısaltmalar yaptım, yoksa bu operaların sahnelenmesini herkesten daha fazla istediğimi söyleyebilrim.

N. Kazım Akses ölümünden önce verdiği bir röportajda “Bugün ölsem heykelimi dikerler ama bir eserimi seslendirmezler” demiştir.

Kurumlarımız içinde ” Türk bestecilerini çalmak istemiyoruz, çaldığımız gün kimse gelmiyor hasılat düşüyor” diyenler vardır.

Yalçın Tura ” kimse çalmıyor ki niye senfoni yazayım” demiştir.

. . . . . . .

Müjdat Dal “klasikbatimuzigi Yahoo groups”

16 Nisan 2009

********************************************

Kerem Operası Rejisörü Mehmet Ergüven’in Yanıtı:

Ankara’da 11 Nisan 2009 tarihinde sahnelenen “Kerem” operası nedeniyle tartışmaya açılan “kısaltma sorunu” maalesef bilgi eksikliğinin tuzağına düşmüştür. Buna göre, program dergisinde de açıkça belirttiğim üzere, özgün şekliyle 2 saat 35 dakika olan “Kerem”den, sadece aşırı tekrara dayalı bölümler ile sahne geçişleri için tasarlanmış ara müziklerinin kısmen atılması söz konusu olmuştur.

Uzunca bir değerlendirme sonrası, eserin özünü zedelemeden gerçekleştirmeye çalıştığımız bu kısaltmanın süresi de tamı tamına 35 dakikadır. Dolayısıyla 4 saatlik eserin 2 saate indirgenmiş olması kesinlikle söz konusu değildir. Bu gerçeği dikkate almadan “Kerem” konusunda değerlendirme yapanları ciddiyete davet ediyor ve her şeye rağmen içinde bulunduğumuz ortamda operaya duydukları ilgiden dolayı kendilerine teşekkür ediyorum.

Kerem Operası Rejisörü
Mehmet Ergüven

************************************

Eleştirmen Şefik Kahramankaptan’ın yazısı

Özdeyişe göre, “kuzguna yavrusu şahin görünür”müş. A. Bruckner gibi istisnaları bir kenara bırakırsak, besteciler için de bu özdeyiş geçerlidir! Yapıtları onlar için dokunulmazdır, aksayan yerleri düzeltmeye, uzayıp sıkan yerleri kısaltmaya pek yanaşmazlar. Bu gerçek, Türk ulusal bestecilik ekolünün babası sayabileceğimiz Adnan Saygun (1907- 1991) için de geçerliydi. Atatürk’ün isteği üzerine, Özsoy adlı ilk müzikli sahne yapıtını yazan Saygun, oratoryoyu birkaç adım aşmış ilk ciddî opera sayılabilecek olan Kerem’i de ilk sahnelenişten ve partitürü inceleyen kimi uzmanların eleştirilerinden sonra, kısaltmaya, elden geçirmeye yanaşmamış ve yaşadığı müddetçe dokunulmasına izin vermediği için de, bu anlamlı yapıt kitaplık rafında kalmıştı…

İstanbul Operası mensuplarından İsmail Aksu’nun şu anısı, Saygun’un önerilere kafa sallayıp bildiğini okuduğunu gösteriyor:
İstanbul Festivali’nin ilk yıllarıydı. Harbiye Açıkhava Tiyatrosunda, rahmetli Âzeri orkestra şefi Niyazi Takizade ile sohbet ediyoruz. Saygun’un Kerem ve Köroğlu operaralarından şöyle bahsediyordu:
“Aldım Kerem operasının orkestra partisyonunu elime, birçok sayfasını bir araya getirerek, sayfaları kopartmadan biribirine zımbaladım. Dedim ki Saygun’a, burası olmaz, şurası olmaz, bu gereğinden çok uzun. Seyirciyi bunaltırsın ve kaçırırsın. Hiç sesi çıkmadı ve beni haklı buldu…”

Şimdi 56 yıllık bir aradan sonra Ankara Devlet Operası, librettosu Selahattin Batu’nun (1905-1973) yazdığı Kerem’i bazılarına göre Saygun’un “kemiklerini sızlatarak”, kimilerine ve bana göre de “yapıtı dinlenebilir ve izlenebilir kılarak” yeniden sahneliyor.
Rejisör Mehmet Ergüven, yapıtı, bazı ara müziklerini, bir koro partisini ve bir kişiliğin müzikal tiradını çıkartarak 35 dakikalık bir kısaltmayla üç perdeden iki perdeye ve toplam 2 saat 35 dakikadan iki saate indirmiş. Çok da iyi yapmış, zira opera olarak, sahneüstü pek gözetilmeden, mesajı daha çok müzikle vermeyi amaçlayan bir yapıt bu.

Ergüven kısaltmalarla izleyicinin yoğunlaşmasının dağılmasını önlemiş sadece, yapıtın özü hiç zedelenmemiş, mesajı hiç yara almamış. Nitekim, kitapta yayımlanan librettoda çıkarılan yerler işaretli, durum apaçık ortada! Yapıtın “dört saatten ikiye indirildiğini savunanlar”, rahmetli Uğur Mumcu’nun dediği gibi “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar”dan herhalde…

DOZUNDA MİNİMALİZM -YAKIŞMAYAN AŞIRILIKLAR
Gelelim, Kerem’in sahneleniş biçimine… Ergüven, yapıtı anlattığı döneme uygun şalvarlı, poturlu, çarıklı, çokça renkli giysilerle ve taş-toprak-orman ortamında ele almak yerine, günümüze uygun “dozunda bir minimalizm”le ele almış. Yalın ve bembeyaz, çerçevesi değişmeyen bir sahne ortamı, librettoda duruluğu simgeleyen ve sıklıkla kullanılmış olan “su”yun sahneye taşınıp canlı olarak kullanıldığı bir küçük platform-havuzcuk, sahnesine göre minimal, kolay taşınabilir dekor ögeleri…
Ergüven’in yaklaşımını sahne tasarımcısı Nihat Kahraman başarıyla yaşama geçirmiş. Suyun dinleyici tarafından gözle algılanmasını sağlayan aynalı havuzcuk, kopuz-bağlama geleneğinin yansıtılması, ozanlar yarışmasının sergilenmesi için düşünülen çerçeve-saz ile Aslı’nın aynı anlayıştaki gergefi, genel düşüncenin yansıtılmasındaki başarılı uygulamalar olarak gözüküyor.

İzmir’den Sevtaç Demirer’in giysi tasarımı da “Opera görkemdir” düşüncesinde olanların zayıf bulacağı ama, yapıtın mesajı, rejisörün yorumuyla örtüşen yalınlıkta. Demirer, “geleneksel” yaklaşımla günümüz çizgilerini dengeli biçimde kaynaştırarak, “saf, temiz bir halk”ı yansıtırken, yöneticilerin farklılığını yalın çizgilerle, karabasan sahnesinde ise günümüz “aykırılıkları” nı abartarak vurgulamış. Böylece “karşıtlık” ortaya çıkarılarak bir bakıma diyalektik bir yaklaşım sergilenmiş. Aslı’nın ilk perdedeki saç modelini önererek yapıtla ilişkisini güçlendirmiş.

Mehmet Ergüven’in, Saygun’un “mistik” mesajını ortaya çıkaran konuyu ele alış yaklaşımı başarılı ama bazı sahnelerdeki “aşırılıklar” izleyiciyi de rahatsız edici nitelikte. Örneğin Kerem’in karabasanı sahnesinde “sado-mazoşist” görüntüler, kadınlararası eşcinselliği çağrıştıran “lezbien” sunumlar bence gereksiz. Buradaki karşıtlık vurgulaması, cinsellik içeren edimlere girilmeden sadece giysilerle sınırlı tutulabilirdi.

SESLERİN BAŞARISI
Yapıtı iki kastın oyuncularını da görüp dinleyebilmek amacıyla ilk iki temsilde izledim.
Kerem’de ilk gece Ünüşan Kuloğlu, Avrupa’daki Wagner yapıtlarında elde ettiği başarıları görmezden gelerek hakkında “Türkiye’de ne yapmış ki?” diye tezviratta bulunanlara, takma isimle sağa sola ileti gönderenlere, CSO’daki Walküre seslendirmesinden sonra bir “canlı yanıt” daha verdi. Volümü, düzgün entonasyonu, yapıtın özünü yansıtan yorumu, işin içine ruhunu katışıyla seçkinleşti ve fazla kilosuna rağmen sahnedeki teatral duruşuyla da role yakıştı. İkinci gece Metin Turan ihmal edilmemesi gereken bir tenor olduğunu kanıtladı, ancak teatral olarak kendini fazla gösteremedi. Aslı’da soprano Selva Erdener ilk geceki yorumu ve “çok doğal” görünen sahnesiyle mükemmeldi. Evin İlyasoğlu’nun “kır çiçeği” benzetmesini haketti. Selva Erdener’in Türkçe sözlü şarkılarda, gerek deyiş, gerek ses rengi olarak daha iyi sonuç verdiğine bir kez daha tanık olduk. İkinci gece Sayra Seyhan Geçim de partilerini, reçitatiflerini pırıl pırıl söylerken, Türkçe vurgular konusunda daha duyarlı olması gerektiğini düşündüm. Sürekli İtalyanca söylemenin getirdiği alışkanlıkla oluşan yuvarlamalar, Türkçe’de bazı anlaşılmazlıklara yolaçabiliyor.

Hükümdar’da iki iyi bas sesi izledik. İlk gece Sabri Karabudak, ikinci gece Tuncay Kurdoğlu, rolün hakkını verdiler. Karabudak, daha akademik tarzıyla dikkati çekerken, Kurdoğlu, sahneyi dolduran fiziği ve yüzüne eklediği Orta Asya bıyığıyla görüntüsünü “Hakan” tiplemesine daha yaklaştırmıştı.

Hanım Sultan’da hayâl kırıklığım Sim Tokyürek’i izleyip dinleyememek oldu. Provalar sırasında kulağıma gelen, rejisörün ilk gece için tercihinin Sim Tokyürek olduğuydu. Sanat Kurulu ise daha kıdemli mezzosoprano Şebnem Algın’ı uygun görmüş, prömiyer ve gala tek gecede birleştirilince de, Tokyürek sanırım tepkisini ortaya koymak için hastalanıp rapor almıştı. Şebnem Algın’ı, çok yakışan yeşil giysisi içinde, yer yer orkestranın bastırdığı koyu sesiyle izledik. İhtiyar’da da basbariton Mithat Karakelle, yoğun vibratolu yorumuyla değişik bir “ses tiplemesi” çizdi. İkinci Hükümdar’da bariton Özgür Savaş Gençtürk ile basbariton Cem Beran Sertkaya görevlerini aksamadan yerine getirdiler. Deniz Çığ’ın, baleciler yerine koristleri yâni halkı kullanarak hazırladığı danslar, yapıtın özüne çok uygundu. Dolayısıyla bale, operanın içinde ama gibi durmadı, bütünleşti. Fuat Gök’ün ışık çalışması da rejisörün istediği havayı yansıtır nitelikteydi.

İYİ MÜZİK-İYİ KORO
İzmir Operası şeflerinden Winfried Müller’in hazırlayıp yönettiği orkestra ile Gökçen Koray - Mustafa Erdoğan ikilisinin hazırladığı koro mükemmeldi. Yeterli ve nitelikli emek verildiğinde, iyiye ulaşılabildiğinin örneğiydi bu çalışma. Saygun’un içinde halk ve makamsal müziklerin birlikte hissedildiği, uzun havaların, bozlakların algılandığı yapıtını, “gözü kapalı” dinlenebilir, mistik özellikleri ruhlarda hissedilebilir mükemmellikte seslendirdiler. Türkçe metnin üstyazı olarak akıtılması, prozodi sorunları nedeniyle anlaşılmazlıkların gözle aşılmasını sağladı. Ama akan yazılarla, sözler arasındaki değişiklikler dikkatten kaçmıyordu. İyi telaffuz edilebilsin diye değiştirilen “mâh” yerine “gül”, “ama” yerine “lâkin” gibi değişiklikler akan metne yansımadığı gibi yazım hatâları ı da vardı. Ama yazım hatâlarının daha çoğu kitapçıktaydı. Gerek sunum, gerekse içerik olarak uygun ve dolu olan kitapçıktaki yazılarda kimi özel isimlerin küçük yazılması, olur olmaz yerde büyük harf kullanılması başta olmak üzere o kadar çok “imlâ” ve noktalama hatası var ki, âdeta yazıların dizildikten sonra hiç düzelti yapılmadığı izlenimi doğuyor. Bu eksikliklerin süratle giderilmesi gerek. Kısacası Anka Operası’na bir “düzeltmen” gerek.

Saygun yaşamında “Eserlerimi dinledikçe anlayacaklar beni” demişti. Gerçekten de öyle oluyor, hem biz, hem Avrupa giderek daha iyi anlıyor Saygun’u ve müziğini… Kerem de, güzel sunumuyla yeni bir adım daha bu yolda… Ey halkım, izleyin Kerem’i, bulun kendinizi…(1)
______________________________
(1)http://www.kahramankaptan.com/?p=1052




Hoşgeldiniz